Ömer Demir
Bologna süreci ile ilgili uluslararası bir toplantıda panel konuşmacılarından biri de Amerikalı bir öğretim üyesi. Toplantı Avrupa’nın ortasında bir ülkede ve konusu Bologna sürecinin Avrupa yükseköğretimine ne tür katkılarının olduğunun değerlendirilmesi. Soru cevap faslında Bosna Hersek delegesi Amerikalı konuşmacıya şahsi görüşleri üzerinden Avrupa ve Amerika eğitim sistemini karşılaştırmaya imkân verecek bir soru sordu. Aşağı yukarı diyalog şöyleydi.
“Bir Amerikalı ebeveyn olarak yükseköğretim alması için çocuğunuzu Avrupa’ya gönderir misiniz? Niçin?” Amerikalı muzip biçimde güldü ve:
“Öncelikle bir konuya açıklık getireyim. Biz Amerikalı ebeveynler çocuklarımızı bir ülkeye ve bölgeye eğitime göndermeyiz. Onlar yetişkin birer birey, nereye gideceklerine kendileri karar verirler, biz sadece onlara destek oluruz” diye söze girdi. Salonda gülüşmeler olurken Amerikalı devam etti:
“Sanıyorum bu soruyla bir Amerikalı genç Avrupa’da bir üniversitede okumak ister mi diye sormuş oldunuz. Buna hemen cevap veremem. Seçenekleri birlikte düşünelim. İlk olarak ‘Avrupa’da yükseköğretim alanında Amerika’da olmayan ne var?’ diye sormalıyız her halde. Aklına bir şey gelen var mı? Benim gelmiyor. Burada sadece her hangi bir ülkenin dili üzerine eğitimi almak istiyorsa şartlar uygun olabilir. Sadece yeni bir dil öğrenmek için Batı Avrupa dillerinden birini mi öğrenmek avantajlıdır yoksa Rusça’yı mı, onu da iyi düşünmek lazım. Ayrıca yaşam maliyetleri burada Amerika’dan daha mı düşük? Diploma daha mı değerli?”
Salondan çıt çıkmıyor. Muhtemelen salondakiler biraz arogan bu tutuma tepkililer ama ne desinler. Adam haklı. Bologna sürecinin varlık nedeni Amerika eğitim sistemini yakalamak, bunu salondaki herkes biliyor. Ben de merakla sonucu bekliyorum.
“Buldum” dedi Amerikalı yüksek sesle sonunda. Sanki biraz da salondaki negatif havayı yumuşatacak Avrupa yükseköğretim alanı için olumlu bir şeyler söylemek ister gibiydi. “Burada öğrenci üniversiteyi 3 yılda bitirebilir, denklik sorunu yaşamazsa bir yıl avantajı var. Bu yüzden tercih edebilir” dedi. Salon rahatlamıştı. Bologna süreci vesilesiyle daha yakından öğrendik ki, yükseköğretim tüm dünyada gündem ve birçok sorun alanı var: Eğitimin güncelliği, yaşam boyu eğitim, araştırma kapasitesi-öğretim ilişkisi, finansman ve kitleselleşme. Her biri deve dişi gibi konular. Bu yazıda sadece yükseköğretimin kitleselleşmesi konusuna odaklanacağız.
ÖSYM! Beni Puanımın Gittiği Yere Götür…
Ülkemizde üniversitelerin patronu YÖK, öğrencilerinki ise ÖSYM’dir. Dışarıdan ÖSYM’nin yaptığı zannedilen birçok şeyi YÖK, YÖK’ün yaptığı zannedilen birçok şeyi de ÖSYM yapar.
ÖSYM çocuklarımızın hafızasında çok erken yaşlarda bir yer bulur. Soru yazarlığı için ÖSYM’ye gelen bir hoca şöyle bir anısını anlatmıştı.
“Evden çıkarken küçük oğlum nereye gittiğimi sordu. ‘ÖSYM’ye’ dedim. ‘Bana bir kol saati getirir misin anne’ dedi. Durdum, ne demek istediğini anlamadım. ‘ÖSYM’ye gidiyorum demedin mi’ dedi. Yine bir şey anlamadım. Abisi gülerek araya girdi ‘Anne, ÖSYM’yi saat markası sanıyor, her gün okulun tüm sınıflarında gördüğü için’ deyince ben durumu anladım.” Bu çocuğumuz da ÖSYM’yi tanımış ama yanlış tanımış.
Tüm öğrenciler bir şekilde ÖSYM sınavlarıyla tanışmadan hayata atılamıyorlar. ÖSYM onların önce nerede okuyabileceklerine sonra da devlette nerelerde çalışabileceklerine karar veriyor. Bu yönüyle herkesin hayatına dokunan bir kurum.
Ülkemizdeki üniversiteye giriş sisteminde adaydan beklenen en temel beklenti merkezi sınavlardan yeterli puan almaları. Lisansüstünde de yine ÖSYM’nin yaptığı ALES ve yabancı dil sınavı var. Bu sınavlar adaylar için bir yandan korkulu rüya, öte yandan büyük bir fırsatlar dünyasının anahtarı. Korkulu rüya olmasının sebebi yüklenen anlamın büyüklüğü. Puanın yoksa hayata dair beklenti ve iddialarının çoğundan vazgeçmelisin. Özellikle üniversiteye girişte öğrencinin aldığı puana göre gidebileceği yerlerin çoğu, adayın okumak istediği yerleri değil, puanın yettiği yerleri gösteriyor. Çok az şanslı kişi dışında puanlar, gönülde gizli gizli yatan koca aslanı işaret etmiyor. Puan eksiğini para ile bir miktar telafi edebilmek mümkün. Ailenin mali durumuna göre biraz parasal takviye ile vakıf üniversitelerinde daha düşük puanın da sözü biraz dinleniyor. Sonuçta ÖSYM kişiyi yeteneğine göre değil puanına göre bir yere yerleştiriyor. Çünkü ülkemizde adayı üniversiteye taşıyan ana faktör, hala merkezi sınavlardan alınan puan. Sıralama sınavı yanında farklı alanlar için asgari puan barajları da var.
Hangi Yetenek Aileden Hangisi Kendinden?
Bu arada belirtmek gerekir ki, üniversite okumada yetenek denince aklınıza sadece soru çözmedeki bilişsel yetenek gelmesin, okula verecek yeterli paraya sahip olmak da bir tür yetenek. Aradaki fark birisi adayın kendisinin diğeri ise daha çok ailesinin yeteneği. “Daha çok” dedik zira zeka da aileden geliyor. Aslında ikisi de aileden. (Zekayı göklere çıkarıp, parasal değeri olan mirası küçümseyen yaklaşım da bir tuhaf hani!). Başarının “zeka” veya “miras”ın kesişim kümesinde yer alan gayret, çok çalışma, öz kontrole daha çok bağlı olduğu da söylenebilir. Bu da üçüncü yol. Yeterli mali gücü ve uygun genleri olan bir ailede doğmak, üniversite okumak için ülkemizde en önemli iki faktör. Bu ikisinde de adayın çok önemli bir katkısı yok. Yani aday çaresiz. Sadece ülkemizde değil, dünyada da öyle. Bazı aileler görürsünüz çocuğunun başarısına ilişkin değerlendirmede şöyle der: “Bizim çocuk çok zeki de, konsantrasyon sorunu var, bir türlü çalışmıyor. Çalışsa yapamayacağı yok.” Bu kişi aslında çocuğundan değil kendinden bahsediyor. “Ben ona başarı için gerekli zekâ genlerini verdim, üstüme düşeni yaptım” demek istiyor üstü örtük biçimde. Bireyi göklere çıkarıyor bazıları. Aslında bir tür popülizm bu. Bu gen ve miras işine dokunmadan hangi bireyden bahsediyoruz ki! Ama bu yazıda konumuz başka.
Üniversiteye giriş sistemimiz her iki yeteneğe de belirli oranlarda yer veriyor dedik. Aileden tevarüs edilen mali ve sosyal mirasın, ebeveynin ilgi ve sosyal çevre desteğinin, özel okula gönderebilme veya resmen kaldırılmış ama fiilen devam eden dershane takviyesi yoluyla da puanı etkilediği göz önüne alınırsa, ebeveyn yeteneklerinin ülkemizde üniversiteye girişte sanıldığından daha fazla etkisi olduğunu söylemek mümkün. Doğduğu aile, kişi için en önemli başlangıç seviyesi. Sonrasında gayret, özkontrol, disiplin, amaçlar için fedakarlıkta bulunabilme gibi özellikler devreye giriyor. Tüm bu bilişsel kabiliyetler değerlidir, sadece birey için değil, toplum için de.
Her ne kadar bireyler üzerinden işlem görse de bilişsel kabiliyetler bir toplumun ortak değeridir. Kimin hangi yeteneğe sahip olduğunu iyi tespit edip, ona göre mümkünse özelleştirilmiş eğitim verip, kendi toplumu ve insanlığın hizmetine sunmak, sosyal organizasyonun en önemli başarı kriterlerinden biri. Bazı ülkeler dünyadaki yetenekleri topluyor bazıları ise kendi ülkesindekileri heder ediyor.
Kime Yükseköğretim Verelim?
Buradaki kritik sorulardan biri, yeteneklerin işlenip yönlendirilmesinde yükseköğretimin yerinin ne olduğu. Yani yükseköğretim herkesi kapsamalı mı, başka bir deyişle herkes yükseköğretimle geliştiriverecek bir yetenek bileşimine sahip mi? Kaynakları herkese yükseköğretim vermek için harcadığımızda toplum için en iyi olan sonuç ortaya çıkar mı? Yoksa sınırlı sayıda en yeteneklileri seçip onlara mı odaklanmalıyız. Birincisi kitlesel yükseköğretim, ikincisi elitist yükseköğretim taraftarlarının yaklaşımı.
Ülkemizde YÖK kurulalı beri birinci yaklaşım egemen ve bunun sonuçları tartışılıyor. Devlet üniversiteleri ücretsiz olduğu için her lise mezunu bir şekilde üniversite okumak istiyor. Gençler üzerinde yükseköğretim diploması almazsa “eksik vatandaş” olma baskısı var. Puanı nereye götürürse oraya gidecek şekilde sınava giriyor ve bir yerlere yerleşiyor. Düşük puanlılarda beklentileri karşılayamama korkusu, yüksek puanlılarda da ise puanın boşa gitme kaygısı var.
Değişen Dünya Pek Değişmeyen Söylemler
Eğitimin her kademesinde sürekli reform halindeyiz. Aynı yetkileri kullanan YÖK yenilendiğini ima etmek için kendine Yeni YÖK sıfatını takmış. 1951 yılında üniversite reform raporu hazırlayan Prof. Dr. Phillip Schwartz, raporunda dönemin akademisyenleri ile yaptığı görüşmelerde yükseköğretimde temel sorun olarak üç konunun öne çıktığını söyler. Liseden yetersiz eğitimle gelen öğrenciler, öğretim elemanların özlük haklarının zayıflığı ve kalabalık sınıflar. Ne YÖK var, ne merkezi sınav, ne ÖSYM, ne de ezberci eğitim ama nedense üniversitelerin sorunları bugünküyle aynı. Dikkatinizi lise eğitimine çekmek isterim. Yetersiz öğrenci mezun edip üniversiteye gönderdiği için suçlanan öğretmenler, üniversite hocası kalibresinde olduğu söylenerek yüceltilen dönemin lise hocaları, çoktan seçmeli Öğretmenlik Alan Bilgi Testi (ÖABT) sınavıyla seçilip kurayla atanan günümüz öğretmenleri değil. Bugün, herhangi bir devlet üniversitesinin kapısından girip rasgele bir öğretim elemanının kapısını çalıp, en önemli üç sorunun ne olduğunu sorup farklı cevap alarak beni mahcup edin lütfen. Tahminim sıralama fark edebilir ama ilk üç sorun yine aynı: Öğrenci liseden zayıf geliyor, sınıflar kalabalık ve öğretim elemanlarına sunulan imkânlar sınırlı. Sürpriz yaparak ilk üçe girebilecek bir olası cevap yeni üniversitelerin kurulmasıyla hoca kalitesinin düşmesi olabilir. Ama ironik olan, bu cevabın yeni kurulan üniversitelerdeki hocaların büyük bir kısmı tarafından da onaylaması. Kendilerini iyi bildiklerinden kaynaklı bir tevazudan mı, yoksa aşırı özgüven yüksekliğiyle malul genel öğretim elemanı tavrı olarak, yaptıkları genellemeye kendilerini istisna olarak gördüklerinden mi böyle düşündükleri belli değil. Bence ikincisi. Üniversite hocaları nedense sadece “ötekinin” kalitesiz olduğunu düşünüyor. Öteki kim? Kendi dışında herkes. Bu şoförlerde de aynı, çocuk yetiştiren ebeveynlerde de. Normal bir insan tepkisi yani.
Prof. Dr. Phillip Schwartz da o dönemin Türkçesi ile 1950’lerin Türkiye’sinde yükseköğretimde başarılı bir sistem kurulamayışına dair kendi görüşlerini şu şekilde vurucu üç cümle ile özetlemiş:
“18 sene, Türk milletinin her tabakası ile sıkı temaslarımdan edindiğim intibalar neticesinde üniversite reformunun muvaffakiyetsizliğinde iki mühim ve Türkiye tarihiyle izah edilebilen amilin en büyük rolü oynadığını sanıyorum: Biri, Türk münevverlerinin çoğunda derin kökleri olan kifayetsizlik hissidir. İkincisi de gerek münevverlerde, gerekse halkın birçok unsurlarında Türk Milletinin mukadderatını idare edenlere karşı mevcut olan itimatsızlık hissidir.” Raporun detayını TÜBA’nın yayınladığı Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi kitabından okuyabilirsiniz. Anlaşılan onca yurtdışı doktoralı öğretim elemanına rağmen bugün hala bu kifayet meselesinde, bu kadar demokrasi tecrübesine rağmen de mukadderata hükmedenlere itimat konusunda çok fazla mesafe alınamamış.
Kanaatimce bunların sorun olarak görülmesi normal ama yükseköğretim konusundaki ana mesele bunların hiçbiri değil. Gerçek sorunları görmeyi engelleyen şey, öğrencinin eski öğrenci, hocanın eski hoca, işin eski iş ve diplomanın eski diploma olmadığının fark edilmesi ve kabullenilmesindeki zorluk. Yani az kişiye sağladığı ayrıcalığın cazibesine kapılarak çok kişiye sunulan imkânların hala az kişiye sağlandığı dönemdeki ayrıcalıklı konumunu muhafaza etmesi beklentisi var taraflarda. Bu beklenti karşılanmayınca da sorunu çözmenin yolu beklentiyi koruyarak üretilen çözümlerin peşinde koşulmaya başlanması. Bazıları bunu tepki çekecek biçimde “üniversite iş bulma yeri değildir” şeklinde ifade ediyorlar. Bu yanlış bir söylem. Çünkü üniversite herkesin iş görme kabiliyetini biraz artırır ama bunun tatmin edici bir iş bulmaya dönüşmesi, sadece üniversitenin elinde değil. Niçin mi?
Ne Olacak Bu Diplomalı İşsizlerin Hali
Ülkemizde kontenjanlar artıyor, üniversite diplomalı işsiz sayısı da her geçen gün artıyor. Nereye varacak bu işin sonu? Bazıları bu sorunu, meslek liselerini cazip kılarak çözeceğini düşünüyor ama başka bir yazıda[1] tartıştığım gibi bu çözüm önerisi bana göre talihsiz bir nostalji. Akla gelen ikinci “parlak” çözüm, mezunu iş bulamayan bölümlerin kontenjanlarını kısmak. Hemen söyleyelim, bu öneri yükseköğretime erişimin sınırlanmasını getirir ve sahte çözümdür. Zira görece iyi iş bulan tıp, hukuk ve mühendislikler de daha az öğrenci almak istiyor. Bu durumda hangi bölümlerin kapasitesini artırarak yükseköğretime olan talebi karşılayacağımız meçhul. Marjinal birkaç bölüm dışında mezun açığı olan ve kitlesel öğrenci emebilen bir bölüm söyleyin lütfen. Talep gören bölümlere gelecek mezunlar işsiz kalmasın diye, talep görmeyenlere zaten talep görmediği için öğrenci almayarak hangi sosyal sorunu çözmüş olacağız. Bu sorunun çözümü bu kadar kolay olsa niye kimsenin aklına gelmiyor diye sormak gerekir. Çünkü bu çözüm değil.
Bu kontenjan yüzünden YÖK’ü nasıl yok edeceğiz gündemi, devlet üniversitelerinde hocalara, vakıf üniversitelerinde ise yöneticilere hep cazip gelmiştir. Niye mi, gayet basit. YÖK vakıf üniversitelerinde daha çok öğrenci talebini kısıyor devlette ise tersine arttırıyor. Aynı hoca devlette iken “bu kadar çok öğrenci ile ders mi olur, anlatamadık gitti bu YÖK’e” derken Vakıf üniversitesine geçip orada dekan olunca, daha az öğretim kadrosu ve altyapıya rağmen “efendim biz hesabımızı kitabımızı yaptık, hocalarımızı da ayarladık, daha çok öğrenci isteriz, YÖK buna niye karışıyor” demeye başlıyor. Bu tenakuz niye? Cevap çok basit: “Aynı hoca” dediysek ne hoca aynı, ne eğitim ne de diğer koşullar. Oldum olası devlet üniversitelerinde hocalar kalabalık sınıfları sevmezler. Ama toleranslı olunan alanlar da var, örneğin ikinci öğretim kontenjanları birinciden daha fazla olabilir, zira başka türlü ders ücretleri yetişmiyor!
Ayrıca, gelecekbilimcilere çalıştaylar yaptırıp, geleceğin mesleklerini tahmin ettirip önce hocalarını sonra da öğrencilerini yetiştirme parlak fikrine kaç öğrenci veya veliyi ikna edebilirsiniz, her şeyin bu kadar hızlı değiştiği bir dünyada. Üstelik bu gibi tavsiyelere inanarak geçmişte örneğin genetiği tercih eden yüksek puanlı öğrencilerin ve yine bir önceki yaygın parlak fikir olan disiplinler arası programların ve melez bölümlerin akıbeti de ortadayken.
Sorunu doğru görmek için birkaç noktaya işaret edelim. İlk olarak, ülkemizde yükseköğretim diplomalı işsizler değil asıl sorun, asıl sorun işsizlikte. Yani insanlar diplomalı olduğu için işsiz değil, “uygun” iş bulamadıkları için işsizler. Kısaca her isteyeni tatmin edecek bir iş yaratan ekonominiz olursa veya herkes diploma alırsa diplomalı işsizlik ile işsizlik aynı olur. Diplomalı işsizlik de sorun olmaktan çıkar. O yüzden asıl sorun ekonominin istihdam yaratamamasındadır, çok kişinin yükseköğretim görmesinde değil. Yani yükseköğretim aldığı için büyük iş fırsatlarını kaçırıyor değil insanlar. Her ne kadar, mesleklerin işlevselliği ile prestijleri arasında birebir bir ilişki olmaması nedeniyle bazı kişilerin yapabilecekleri işleri, sahip oldukları diplomaların onlara kazandırdığını düşündükleri sosyal prestijlerine uygun görmemeleri nedeniyle işsiz olmaları bir vakıa ise de tüm sorunu diploma sahipliğine yükleyemeyiz. Yani diploma yanılsaması nedeniyle bir kısım kişilerin iş beğenmemesi ilave bir işsizlik sebebi olsa da, bunun ana sorun olmadığı gayet açık. Bu sorunu gidermenin yolu da diploma yanılsamasını gidermekten geçer, diploma vermemekten değil.
Mezunlara İş Bulmak Kimin İşi?
Üniversitelerin çok yönlü fonksiyonları var ama her fonksiyonu da üniversiteye yüklemek adil değil. Eğitim kurumları diplomaları işe giriş için önşart olarak görülen alanlarda, “iş olması halinde” o iş için eğitimle kazandırılabilecek vasıfları kazandırdıklarına diploma vermekle üstlerine düşeni büyük oranda yaparlar. Mezunların yeterliliğini tanımlayıp, ancak o yeterliliği kazananlara diploma vermek üniversitelerin en önemli ve temel sorumluluğu. Hiçbir özerklik tanımı bu üniversiteyi bu sorumluluktan kurtaramaz. Ama yeteri kadar iş yaratma veya mezunlara iş bulma işini de üniversitelere yüklemek büyük haksızlık. Üniversitelerin sorumluluğu “iş olması halinde” o işin eğitim tarafında çalışacak olanı beklenen bilgi ile donatmaktır. Mezunlarına iş ayarlama sorumluluğunu üniversitelere yıkmak bir örtük eleştiri değil, diğer kurumların işlevlerini de üniversiteye aktarmak olur. İmar yasasındaki değişiklik inşaat sektöründe mühendis istihdamını artırabilir, imzalanan bir uluslararası anlaşma bir sektörde istihdam patlaması, diğerinde de körelmesine yol açabilir. Üniversite sektörünün bunları önceden görerek öğrenci ve mezun planlamasını buna göre yapmasını ve kısaca kamu kurumlarının istihdam yaratmaya dönük kurumsal düzenlemeler yapma rollerinin hepsini üstlenmesini beklemek çok hakkaniyetli bir beklenti gibi gözükmüyor. Çok önceden hangi alanda ne kadar mezuna ihtiyaç olacağını tahmin ederek ona göre bölüm açma ve kontenjan belirleme beklentisi makul görünse de birçok nedenle gerçekçilikten uzaktır. Çok dikkatli olmak gerekir, bu tür hoş gözüken sosyal mühendisliklerin yolu, beklenmedik biçimde totaliter bir topluma çıkabilir.
Bu Kadar Mezuna İhtiyaç Var mı?
Hayatın birçok alanındaki yanılgıları güzel ortaya koyan ve buradaki durumu da izah etmemizi kolaylaştıran literatürde bir kavram var: Terkip yanılgısı. Terkip yanılgısı bir bütünün parçalarının her biri için ayrı ayrı doğru ve geçerli olan bir yargının grubun tümü için geçerli olmayışının kavranma zorluğunu ifade eder. Buna, bir ayrıcalıklı özelliğin aynı zamanda genele de şamil olmasını bekleme yanılgısı da diyebiliriz. Örnekleyelim. Bir sınava giren adaylardan her biri diğer arkadaşlarından daha fazla soru cevaplarsa birinci olabilir. Ama herkesin aynı anda bunu yapması ve arkadaşlarından daha yüksek puan alması mümkün değildir. Çünkü diğerinden fazla soru yapabilmek demek birisinin daha az soru cevaplamasının mümkün olduğunu kabul etmek demek. Daha fazla ücret verirseniz daha kaliteli elemanları bünyenize çekebilirsiniz, ama aynı sektörde herkes aynı amaçla daha fazla ücret verirse aynı elemanlar yerinde kalarak daha yüksek ücret almış olurlar. Başkasının satın alamadığı malı satın almakla elde ettiğiniz haz, herkes aynı malı satın alabilecek seviyeye gelirse birden kaybolur. Yükseköğretim de öyle. Eğer bir toplumda yükseköğretimi sınırlı kişilere verirseniz, o kişiler için eğitimin getirisi yüksek olur, parmakla gösterilirler. Daha çok kişi eğitim alırsa parmakla değil elle grup olarak gösterilmeye başlanır. Daha da artarsa gösterilecek kişi olmaz. Soru şu: Bu farklılaşma hayatımızın kötüye gittiğine mi işarettir. Kesinlikle hayır. Sorun değişim öncesinin koşullarına dayalı hayaller kurmaya devam edilmesinde.
Yükseköğretime olan kitlesel talep haksız değil ama hem hocalarda hem de öğrencilerde baskın bir terkip yanılgısı var. Öğrencilerin her biri birer diploma almak istiyor ama diplomanın ayrıştırıcı değerinin de değişmemesini arzuluyor. Bu olgusal ve mantıksal olarak imkânsız. Çünkü “herkesin” sahip olduğu şey, sahiplerine ayrıcalıklı konum kazandırmaz. Bu, ayrıcalığın tanımına aykırı olur. Başkaları sahip değilken bir şeye sahip olmanın verdiği ayrıcalığı, başkaları da sahipken beklemek tipik bir terkip yanılgısı.
İlave olarak iki branş var ki yeryüzünde herkese o alanda eğitim verseniz mesleğin değeri düşer ama toplamda toplum refahı artar; biri tıp diğeri de hukuk. İnsan sağlığı ve hastalık konusunda herkesin aynı bilgi seviyesinde olduğunu düşünelim, meslek ortadan kalkar ama bilginin yararı maksimum olur. Aynı şey hukuk için de geçerli. Sağlık için tıbbın, toplumsal adalet için de hukukun önemine işaret edilerek bu mesleklerin herkese açılmasının sakıncaları dile getirilir. Halbuki keşke mümkün olsa da hem tıp hem hukuk alanında bir temel eğitimi herkese verilebilen bir eğitim iklimi olsa. O durumda her iki meslek de şimdiki gibi olmaz ama muhtemelen insan esenliği şimdikinden daha iyi olurdu. Olmama nedeni insan yetenek ve ilgilerinin farklılığı. Herkesin ilgi ve yeteneğinin aynı olmaması, paradoksal biçimde toplumsal uyum için gerekli bir şey. Ama tıp ve hukuka olan ilginin çoğu yetenekten değil, yüksek sosyal prestijden geliyor.
Aynı yetkinliklerin kişilerde olduğunu göstermeye devam etme özelliğini aynen korusa da o vasıflara sahip kişi sayısı değişince vasıflara toplumun atfettiği değer de değişiyor. İşte diploma yanılgısı burada ortaya çıkıyor. Aileler, eğitim kurumu yöneticileri ve adaylar bu yanılgıyla malül.
Yükseköğretim diplomasının eskiye göre getirisi azalsa da prestiji hala yüksek. Okuma yazmanın yüzyıl önceki ayrıştırıcılığı bugün yok. Kimse yüzyıl öncesinde olduğu gibi okuryazar olduğu için özel bir ihtimam ve saygı görmüyor ama bu okuryazarlığın ortalamada sahip olduğu değeri düşürmüyor. Buna şimdi ilk ve orta öğretimi de ekleyebiliriz; kısa bir süre sonra yükseköğretim de gelecek.
Tahminim, geleceğin yüzyılı, yükseköğretimin daha fazla tabana yayıldığı veya tüm eğitim kademeleri arasındaki farkın buharlaştığı bir yüzyıl olacak. Dünya genelinde eğitimde geçen süre artacak, diğer seviyelerde olduğu gibi yükseköğretimde de okullaşma oranı yükselecek. Demokrasi de değerli veya saygın olanın görece eşit veya adil olmasını sağlayan süreçleri öne çıkaracak. Toplumsal pozisyonların yeniden dağılımında herkese eşit dağılan eğitim, ayrıştırıcılığını kaybedeceği için, yarış diploma dışı diğer yeteneklere kayacak. Bilemeyiz belki de nehir başka bir yatağa doğru akar.
Ama artık cinin şişeden çıktığını fark etmeliyiz. Onu tekrar şişeye sokmak çok büyük bir sihirbazlık gerektirir. Nerede o eski sihirbazlar! “Evladım sen üniversite okuma, sana liseyi bitirir bitirmez hemen bir iş verelim kısa yoldan ekmeğini eline al, hayata atıl boş ver üniversiteyi” makul bir tavsiye gibi durmuyor bugün. Ya da “eleştirel düşün, sorgulayıcı ol, yeniliklere açık ol, yirmi birinci yüzyıl becerilerini edin, bir de girişimcilik dersi al…” Girişimcilik dersi alıp girişimcilik teorilerini ezberleyen ve çoktan seçmeli sınavda tam puan alan birçok mezun, transkriptindeki bu dersi gerekçe göstererek devletten iş isteme dışında pek de yeni bir girişimcilik gösteremiyor. Kural merkezli ruhsuz Alman kültürünü ıskalayıp Alman eğitim sistemini almak ya da herkesin ancak can derdine düşerse hayatta kaldığı Darwinist Amerikan kültürünü gözardı edip ezber derslerle oradakine benzer girişimci yetiştirmek de çözüm değil.
Önce erkenden hayata atılmak fikrinden başlayalım. Bir kere erkenden hayata atılmak isteyen yok. Daha doğru ifade ile çalışarak bir an önce hayata atılmak isteyen yok. Oyun yaşı habire yükseliyor. Çocuk haklarının tadını çıkarmadan “büyümeyi”, ciddi yetişkin sorumlulukları almayı isteyen çocuk var mı çevrenizde. Benim yok. Rahmetli babam, dedemin de güçlü, kuvvetli ve ailesinin başında olmasına rağmen kendisi 12 yaşındayken ailenin sorumluluğunu babasından aldığını söylüyordu. İki çocuğu varken askere gitmiş. O nesil yok artık.
Yeni nesil ömrünü nasıl geçireceği konusunda çok farklı düşünüyor ve koşullar da ona göre değişmiş. Temel eğitim, lise eğitimi ve üniversite dediğinizde zaten 20 yıl “doğal” eğitim “hakkı” var gencin. Ömür de uzuyor, hemen çalışmaya başlarsa emeklilikte ne yapacak? Bu sefer emeklilik uzayacak o zaman da yine birileri ona bakacak. Madem önceki nesle göre daha uzun süre başkaları tarafından bakılacak, o zaman bu süreyi ömrün ilk ve son yıllarına mümkün olduğu kadar dengeli yaymak sizce de daha mantıklı değil mi! Yani toplumsal örgütlenme bakımından sonuçta değişen pek fazla bir şey yok. Öyle küçük yaşta hayata hazırlayalım, gözü açılmadan evlendirelim mesut mutlu yaşasın formülü alfabenin son harfleriyle isimlendirilen yeni kuşaklar için pek geçerli bir hayat modeli değil artık.
Beyaz Yakalılar Sözüm Size
Özetle geleceğin insanı okulsuz toplumda yaşamayacaksa (bunun anlamı okulu hayatın her aşamasına yaymaktır ki, bunun da neresi okulsuzluktur tartışılır) üniversite eğitimi vermeden vatandaşı makbul vatandaş olmaya razı etmek çok zor görünüyor. Üstelikte yöneticileri iş başına getirme sistemi “bir kişi bir oy” ve seçme ve seçilme yaşı 18’e indirilmişken.
O zaman yeni üniversiteler açmaya veya kontenjanlara mı yüklenelim? Başka çaresi yok mu bu işin? Aslında, dürüstçe söylemek gerekirse, yok gibi. Öncelikle yükseköğretimi tabana yayma, modern bir devletin refahı yaygınlaştırma için yapabileceği en olumlu faaliyet hala. Çünkü toplumsal prestijin dağıldığı iki süreçten bir gelir, diğeri ise eğitim. Eğitim ile gelir de birbirini besliyor. Yükseköğretim de bu ikisini birleştirebilen yegane araç. Sonuçta hem gelir hem de statüleri tabana yaymada en kolay ve işlevsel araç yükseköğretimin kitleselleşmesi. Yükseköğretim her ne kadar başta ABD olmak üzere tüm dünyada sınıflar arası geçişin aracısı olma işlevini giderek kaybediyor olsa da, ondan daha etkili bir yol bulunamadı henüz. Yükseköğretimin bu işlevini niçin giderek kaybettiğine aşağıda kısaca değineceğiz. Bu kontenjan konusunda bir kaç söz daha söyleyelim.
YÖK üyesiyken kontenjan artışlarında çok istekli olmuşumdur. “Bir kaç kişiye daha üniversite okuma imkanı oluşturalım” diyerek özellikle diploması muteber bölümlere üç beş kontenjan eklemekten çok mutlu olurdum. O beşer, beşer kontenjan artışlarının çoğunda doğrudan dahlim var ve bugün aynı durum olsa yine eklerim. Yükseköğretim kapasitesi, yeni vakıf veya devlet üniversitelerinin kurulması, mevcutların kapasitelerinin daha iyi değerlendirilmesi, uzaktan veya online sistemlerin geliştirilmesi yollarından en uygun hangileriyse onlarla mutlaka artırılmalıdır.
Bir gün Gölbaşından Ankara’ya giderken arabama otostop yapan bir öğrenci aldım. Akrabasının yanından yurda gidiyormuş. Bahçe dönüşü olunca görüntü vaziyetimiz tahmin edilebilir. Genç, Gazi üniversitesi hukuk fakültesi ikinci sınıf öğrencisi. Okul nasıl diye sorunca yol boyunca bir önceki yıl kontenjanların artırılmasının sakıncalarını anlattı bana uzun uzun. YÖK’ün iş bilmezliğini eleştirdi ve yükseköğretimin önündeki en büyük engel olduğu yollu görüşleri özetledi. Seyahatin sonuna doğru hukuk fakültesine kaçıncı sıradan girdiğini sordum. İşkillendi ve lafı çevirmeye çalıştı. Sonunda giriş sıralamasını söyledi. “Yani YÖK’ün kontenjan artırımı sayesinde şu an bu konuşmayı yapıyoruz ama sen bana burada olmamayı savunuyorsun, sence burada bir sorun yok mu?” dedim. O ana kadar hiç merak etmediği soruyu sordu: “amca sizin göreviniz ne?” “YÖK başkanvekiliyim” dedim. “Ben burada inecektim.” “İnmeden önce bir soru sorayım. Şu durakta dakikalarca ayakta bekleyenlere sorarsan hattın dolmuş sayısının artırılmasını isterler, ama dolmuş sahiplerine sorarsan, hatta yeni dolmuşa ihtiyaç yok derler, sence hangisi haklı?” dedim. Güldü ve cevap vermeden arabadan indi. O günden sonra “YÖK’e hayır” diyenlerin ne kadarı YÖK sayesinde üniversite okuyor diye hep merak etmişimdir. Her yıl kuruluş günü olan 6 Kasım’da YÖK’ün önünde eyleme katılanların TC kimlik numaralarını ÖSYM’ye versek bu merak da giderilmiş olur.
Ne Yapmalı?
İsteyen ve kendisinin hazır ve uygun olduğunu düşünen herkese yüksek öğretim imkanı sunamayan bir devletin, diğer faaliyetleri hep gölgede kalmaya mahkumdur. Zira tüm popülizmine, otokratik yöneticilere göz kırpmasına karşın, her şeye rağmen yine de giderek meşruiyet alanını genişleten yönetim tarzı hala demokrasi. Demokrasinin de esas gücü, zaman zaman elitistlerin alaylı olarak niteledikleri “bir kişi bir oy”dan gelir. Yani yönetici seçiminde çoban ile profesörün etkisinin aynı olması. (Aslında ‘etkisi aynı’ yerine ‘oyunun değeri eşit’ demek lazım. Seçimlerde hiç kimsenin etkisi diğerine eşit değil çünkü). Statü sahiplerinin, statüleri kendilerine yontan her türlü ince ayar numaralarına dur diyebilecek yegane aracın bu “bir kişi bir oy” olduğunun kitleler de gayet farkında. Bir de buna kutsallık atfeden bir siyasal atmosfer varken elitist yükseköğretim özlemi de tıpkı “meslek lisesi memleket meselesi” retoriği gibi ham hayal. Elitist yükseköğretim tasarımının da özünde “bizim çocuklar” ile “başkalarının çocukları” ayırımına göre düşünülen etik olmayan örtük bir işbölümü varsayımı var. Yani, bizim çocuklar elit, başkalarınınkiler halk olmaya devam etsin.
Kendisi yükseköğretim alamadığı halde iyi gelir ve statüsü olan herkes çocuğuna yükseköğretim aldırmak istiyor. “Ben okumadan başardım, o da aynı yoldan gitsin” diyen varsa o da mavi yakalıların en alt grubu. Böyle düşünmesinin sebebi de muhtemelen çocuklarının beyaz yakalılığa geçmelerini imkansız görmeleri. Bir nevi öğrenilmiş çaresizlik. Çaresizliği öğrenen, pek bir şey öğrenmiş sayılmaz, çünkü öğrenmenin asıl amacı çare bulmaktır.
Sonuçta, eşitliğin giderek yükselen bir değer olduğu ortamda halen yüksek gelir ve statü vadeden konumların dolayımından geçtiği yükseköğretimi daha az sayıda insana verme vadiyle planlanan bir eğitim stratejisi, hiçbir şekilde yaygın toplumsal meşruiyet kazanamaz. Böyle bir öneri, popülizme teslim olmamak gerekçesiyle de savunulamaz. Meclisteki sandalye sayısı bile her siyasal reformda biraz daha artırılmıyor mu? Sebebi, kanun mutfağında çalışacak daha fazla insan gücüne olan ihtiyaç mı?
Öte yandan yükseköğretimde okullaşmayı artıran açık öğretimin kapasitesinin düşürülmesi de ne gerçekçi ne de çağın trendlerine uygun, tersine o da tamamen ezberci bir çözüm. “Ezberci olma, analitik ve eleştirel düşün” talimatları eğitimde işe yarasaydı bu önerileri dile getirenlerin iki adım sonrası olası sonuçlarını düşünmelerini sağlardı. Dünya, hasta var hastalık yok, kişiye özgü beslenme ve eğlence ile bireyselleştirilmiş eğitime göz kırparken, sandalye sayısı kadar kişiyi amfilere toplayıp onlara “bir güzel eğitim” vermenin hayali kimleri heyecanlandırabilir ki! Sadece beyaz yakalılarla çevrili etrafınıza bakmayın. Bu önerilerle çözüm bulduk diye heyecanlanan toplumsal düzenlemelerin meşruiyetini sağlayabilir misiniz? Sözüm size beyaz yakalılar! Mavi yakalıların bu yazıyı okuma ihtimali zaten çok düşük.
Tüm bunlar, eleştirel olmayan ezberci aklın egemenliğinin sembolleri. Beyhude cini şişeye sokma çabası. Peki ne yapılabilir?
Yapılması gerekenleri ikiye ayıralım. (Bizim de ezberci olmadığımız varsayımı inşallah doğru çıkar). Birincisi açık öğretimin arzulanma sebeplerini eğitimin felsefesi ile daha çok buluşturacak çalışmalar yapmalıyız. Herkes yükseköğretim almak istiyorsa bunun mümkün olmasının yollarını aramalıyız. Bu konuda yeni teknolojiler müthiş imkanlar sunuyor. Küresel süreç eğitimin de şimdilik elitler ama ileride kitleler için de bireyselleştirilmesine doğru evriliyor sanki. Yükselen çoklu zeka modası bu yüzden. Mümkünse oraya kafa yoralım, ön alalım.
İkincisi de eğitimin tabana yayılmasının yarattığı diploma yanılgısını aşamalı biçimde yönlendirecek yeni araçlar ihdas ederek toplumsal pozisyonların kura ile dağıtıldığı bir şans toplumuna sürüklenmeyelim. Diploma yanılgısı, diplomanın gördüğü işlevi yanlış algılamaya dayalı olarak oluşan yersiz beklentilere denir. Diploma veya sertifika bir şahsın bir konudaki yetenek, bilgi ve deneyiminin belgelenmesidir. Diploma sertifikaya göre daha kalıcı ve temel yeterlilikler için verilir ama burada kolaylık için yeterlilik ve nitelik belgeleyen her tür belgeye diploma diyelim. Kişiyi değerlendirirken diploması onun hakkında bize kısa yoldan bilgi verir, hakkında karar vermek için uzun uzun değerlendirme yapılmasına gerek kalmaz, değerlendiriciye zaman ve emek tasarrufu, toplumsala da meşruiyet sağlar. Kişi de diplomaları ile neleri bildiğini, ne yapabileceğini veya nelere yetkin olduğunu karşı tarafa iletmiş olur ve kısa yoldan maliyeti düşük bir iletişim imkânı doğar.
Kişinin diploması onun hakkında aynı bilgiyi verme işlevini yerine getirirken diplomaya atfedilen toplumsal değer değişmeden kalmaz. Bir toplulukta bir diploma 10 kişide olduğundaki anlam ve değeri, 100 kişide olduğuyla aynı olmaz. Çünkü değeri oluşturan diplomanın kendisi değil, toplumun işbölümü ve pozisyon dağılımında ona yüklediği işlevdir. Az kişideki diplomanın, sahip olana kazandırabileceği ile çok kişide olduğunda kazandıracakları değişir.
Kısaca “diploman var ama bir de şu lazım” diyerek sosyal pozisyonlara adaylıkları yeniden daraltmak gerekir. Tabii ki adrese teslim ilanlar ile değil, genel düzenlemelerle. Toplumsal pozisyonlara uygun görme sistemine hiç dokunmadan sırf diploma kıtlığı ile diplomaları yeniden değerli kılma çabası da tam bir yanılgı. Önce yöneticilerin sonra da herkesin bu yanılgıdan beri olmak için az da olsa gayret içinde olması lazım, bence.
[1] http://omer-demir.net/gercekten-meslek-lisesi-memleket-meselesi-mi/
Bir yanıt yazın