Ömer Demir
“İmamın dediğini yap ama yaptığını yapma.” diye bir söz dolanır halk arasında. Bu söz bilgi ile tutum ve davranış arasında çelişki olduğunda nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini anlatır. Burada “imam” bilgili ve yol gösterme görevindeki herkesi temsil eder. İçine imamlar, öğretmenler, öğretim üyeleri, siyasetçi, sanatçı ve sporcular da girer. Bir nevi, açıklamaları çok makul olan birinin davranışları makul değilse, açıklamalarına da tepki koyma, onlardan yararlanmaya devam et; söz ve davranışları arasında tutarsızlık olan birinin sadece davranışlarına bakarak sözlerinin de yanlış olduğu sonucuna varma demektir bu. Bu söz, beşerî ve sosyal sermaye ilişkisine dair birkaç önemli uyarı barındırıyor.
İlki, genelde tutarlılık önemli. Bir söz ile diğeri, bir eylem ile diğeri ve söz ile eylem arasında tutarlılık olmalı. Tutarlılık hem insanın düzgün yol yürüyebilmesi hem de güven oluşturması için önemli. Sadece söz ile eylem değil tutum ile davranış arasında da tutarlılık aranır. Malum tutum belirli durumlarda gösterilen olumlu ya da olumsuz tepkilerdeki istikrarlı eğilimi; davranış da çevredeki değişimlere karşı verilen hareketli tepkiyi ifade eder. Örneğin kopya çekmeyi kınamak tutum, fırsat olduğu halde kopya çekmemek davranış; askerliği övmek tutum, isteyerek askere gitmek davranış; yardımseverliği savunmak tutum, yardıma koşmak davranış; temizliğin imandan geldiğini başkalarına tavsiye etmek tutum, temiz olmak davranış.
Çevrenizde bu gibi konularda tutarlı ve tutarsız kişiler görürsünüz. Tutarlı olmak her zaman övgüye değerdir. Bu söz, tutarsız olana itibar etmemek gerektiğini söyler. Ama madem yanlış yapıyorum, tutarlı olmak için yanlışı savunayım anlamında bir tutarlılık değil bizim peşinde olduğumuz. Mümkünse daima doğru olanı yapalım ama bu mümkün olmasa bile hiçbir zaman tutarlı olmak için yanlışı savunmayalım.
İkincisi, önde olanın saygınlığı var ama sorumluluğu daha çok, o yüzden bir derece daha dikkatli olmalı. Önde olan hem sözüne hem de davranışına daha çok dikkat etmeli. Önde olan kişi ele talkını verip kendi salkımı yutmamalı. Bu, yol gösterirken o yolun gidilebilir, öğüt verirken o öğüdün tutulabilir olup olmadığına bakmayı gerektirir. Tutulamayacak öğütleri de laf olsun diye başkalarına vermek rehberlik değil hiçbir zaman. Bu söz, kişiyi, dolaylı yoldan, ideal olan ile gerçek olanı yakınlaştırmak için gayret içinde olmaya çağırır. “Yapılamayacak tavsiyelerde bulunup sözü çiğnenir duruma düşmek.” demek tersinden.
Üçüncüsü, önemli olan insanlar değil, ilkeler. İlke sade ve anlaşılabilirdir. Bu yüzden ilkelerin hatalı olup olmadığını anlamak, insanların yaptıklarının doğru veya yanlış olduğunu anlamaktan daha kolaydır. Çünkü ilkeler soyut ve anlaşılabilir iken somut insan davranışlarının uygunluğunun tespiti daha zahmetli ve zordur. Kişinin neyi niçin yaptığını kendisi kadar bilmek mümkün değil, bazen de bilinmemesi daha iyi bile olabilir. “Yaptım da, bir sor bakalım niye yaptım”lara verilen cevaplar uzar gider. Uygulamada doğru-yanlış çok farklı sebeplerle birbirine karışabilir. Onlarla uğraşmak yerine ilkelere bakıp yola devam etmenin daha uygun olduğunu söyler bu söz.
Dördüncüsü, yanlış yapmaktan korunmuş insan yoktur, “beşer şaşar.” Ummadığın, yanlış yapmaz dediğin kişilerin yanlışlarını gördüğünde, “Onlar da yapıyorsa ben niye yapmayayım?” dememeli, hiçbir zaman doğruya sırt çevirmemeli insan. Şimdi bunlara biraz daha yakından bakalım.
Bu metinlerin uzunluğundan şikâyet edenler, başka kısa yazılara bakmak üzere burada ayrılabilirler! Biz sabredebilenlerle devam ederiz. Ama sabredenlerin avantajlı olacağı vadimiz var. Asr suresinde boşuna sabır tavsiye edilmemiş!
Doğallık Yanılgısı
Doğal olduğu söylenene karşı sebebi çok bilinmeyen bir sempati vardır insanda. Bu yüzden doğal denen ürünler daha pahalıdır, ilişkilerde de zaman zaman doğal biçimde davranma öğütlenir. Ancak adabı muaşeretten ahlak kurallarına, hukuktan eğitime kadar, insana diğer insanlar tarafından doğrudan veya dolaylı biçimde öğretilen her şey kültüreldir, yani “doğal” değildir. Sonuçta insan hayatını kolay, sürdürülebilir ve anlamlı kılan büyük oranda kültürel olan yani doğal olmayandır.
Bir şeyin doğasının korunması, değişimin olası olumsuz sonuçlarından sakınma amaçlı bir tedbirdir. İnsan müdahalesi, daha iyi, daha güzel yapayım derken doğal olanı kötü hale getirebilir, hatta yok edebilir korkusunun bir sonucudur. Bu korku her şeye egemen olursa insanlık olduğu yerde kalır. Hatta olduğu yerde bile kalamayabilir, değişen koşullar, eldekilerin tümünü alıp götürebilir. Çünkü bugün insanlık birikimi veya medeniyet mirası olarak görülenlerin tamamına yakını doğal olanın kültürün etkisiyle dönüştürülmesi suretiyle elde edilmiştir.
Doğayı sevmek ile doğallık yanılgısını ayırmak gerekir. Doğallık yanılgısı, en uygun varoluşun, doğada insan müdahalesi olmadan gerçekleşen varoluş olduğunu düşünmektir. Başta ahlak olmak üzere insan hayatını yönlendiren değer ve kurallar büyük oranda doğal olanı dönüştürme amaçlıdır. Zira doğal, insanın müdahil olmağı, kendiliğinden kâinatta olan, kültürel de, hayatta kalmak, sağlıklı olmak, uzun ve konforlu yaşamak için insanın yaptığı her şeydir. Kısaca doğal, kültürün müdahil olmadığı haldir, yani vahşi ya da yabani. Bu bağlamda doğal insan aslında “yabani” insan demektir.
İnsanların davranışlarını dönüştürmek toplumsal kurumların ana hedefidir. Dil dâhil kültürün hiçbir unsuru ile tanışmadan büyüyen bir insan yavrusu “yabani” kelimesini hakkıyla hak eder. Böyle bir yabani insanın büyümesinin nasıl bir şey olduğunu öğrenmek için deney yapılmasına bile izin verilemez. İnsanoğlu, tüm kültürel etkilerden arındırılmış bir insanın nasıl bir hayat süreceğini, neyi nasıl ve niçin yapacağını, olmayana ergi yöntemiyle tasvir edilen düşünce deneyleri dışında gerçek bir gözleme dayalı olarak hiçbir zaman öğrenemeyecek. Yani doğal halde bırakılan bir insan yavrusu tanıdığımız ve bildiğimiz şekliyle kendi başına bir insan olamaz, insan olmuşsa kültürün etkisiyle olmuştur. Bunun nasıl bir şey olabileceğini tahayyül etmeyi deneyenler olmuştur, Ibn Tufeyl (Hay bin Yakzan), Daniel Defoe (Robinson Cruseo) veya Edgar Rice Burroughs (Tarzan) gibi.
İnsanı yabanilikten kurtaran, onu toplumun bir ferdi yapan, belirli bilgi, değer, tutum ve davranışlar ile donatılmış olmasıdır. Bu şekilde kültürel olarak insanın donandığı şeylerin hepsini, eksiksiz sayması bile çoğu zaman mümkün değildir. Sizi siz yaptığını düşündüğünüz alışkanlıklar, yakınlıklar, sevip sevmediklerinizin çoğu, sosyalleşme sürecinde oluşur. İnsan sosyalleşirken birbirine benzer ama hiçbir insan diğerinin tıpatıp aynısı değildir. Tek yumurta ikizleri bile farklılıklar taşır.
Bireylerin doğuştan getirdikleri bu farklılıklar, aynı kültür içinde yetişen insanların birbirinin kopyası olmasını önler. Ancak, kültürün sahip oldukları genler yoluyla birbirinden farklı bireyleri benzeştirme gücüne de şapka çıkarmamak mümkün değil. Oturup kalkma, yeme-içme, konuşma, oynama, çalışma konularındaki kurallar, insanların tutum ve davranışlarını yetiştikleri kültüre odaklı biçimde öngörülebilir hale getirir. Kafeye ya da duraklara gittiğinizde nelerle karşılaşacağınızı, marketten nasıl alışveriş yapacağınızı bu sayede kolayca bilirsiniz. Kültürün, insanı nasıl biçimlendirdiğini en iyi kültür şoku yaşayanlar fark eder. Kültür şoku yaşamayan kültürel olanı doğal olanla iç içe görür. Bir nevi kültürel olanı doğal sanır. Açlık hissi doğaldır. Adabına uygun, bedeli ödenerek, menüden uygun yiyeceklerin seçilip açlığın giderilmesi ise kültürün ürünüdür. Ama eti ateşte pişirip elle yemenin doğal beslenme olduğunu düşünürüz. Bu anlamda “doğal” çorba, peynir ya da ekmek yoktur, giyecek de. Hayvan derisinden yapılmış çarık bile kültürel bir üründür. Çünkü insanın müdahil olduğu süreçlerin sonunda oluşan her şey kültüreldir.
Neden En Önemlisi Bilgi?
Ahlak bireyin özelliği olarak toplumun ortaya koyduğu bir şeydir. Kamusal yönü vardır. Çocuğun dünyaya göz açmasından çok önce meşru bir ilişki olarak anne-babasının hayatına girer, doğumdan sonra her yönüyle onu kuşatır. Paradoksal biçimde ahlak diğerlerinden öğrenilir, ama bireysel olarak hissedilir. Bilerek veya bilmeyerek bir amaca dönük olarak tesis edilmiş olan kurala uymadan ahlaklı olunamaz ama ahlaklı olmakla kurala uymak aynı şey değildir her zaman. Bir durumda iyi olanı, doğru olanı yapmak bir ilke veya kuralla irtibatlandırılırsa kolay anlaşılır. Lakin ilke ve kuralın hayata geçişinde birçok faktör devreye girer. Bunların başında bilgi gelir. Neyin ne olduğunu, neyin neye yol açtığını bilmek gerekir.
Daha önce ele aldığımız gibi beşerî sermayenin en önemli unsurlarından biri olan bilgi bir kültürel üründür. Uzun yılların birikimi ile oluşur ve ana dili öğrenme de dâhil, bilgi olmadan kendini, çevreyi ve diğer insanları anlamak mümkün değildir. Bilgi, insanı insan yapan diğer vasıfların da taşıyıcısı, çerçeveleyicisi olduğu için diğer vasıfların bu süreçteki katkı ve öneminin göz ardı edilmesine yol açar. Bilgi aktaran kurumlar, bilgiyi merkeze oturturlar. Bu yüzden insana yeterli bilgi yüklerseniz istenen her şeyi yapar, en uygun hedeflere ulaşabilir kanaati yaygındır ama bu da bir tür yanılgıdır. Çünkü salt bilgi, kendiliğinden tutum ve davranışa dönüşmez. Bilginin tutum ve davranışa dönüşmesinde en önemli rol iradenindir.
İrade, insandaki bilinçli harekete geçebilme güç ve yeteneği, kısaca gerekçelendirilerek oluşturulan yapabilme gücüdür. Bilmek ve muhakeme edebilmek için iradenin kullanılması gereklidir ama yeterli değildir. Tanımdaki gerekçelendirebilme kendisine yönelebilecek bir amacın varlığına işaret eder. Sonunda “yarar” olduğu düşünülen şeyi gerçekleştirme eğilimidir irade. Yararın da bin bir türü vardır: ekonomik, siyasal, kültürel, dini, ahlaki, süre itibariyle kısa veya uzun vadeli, kapsam olarak bireysel veya toplumsal.
İsteneni gerçekleştirebilmek iradenin gücüne bağlıdır. İnsan kendisini içinden gelen istek ve dürtülerin akışına bırakırsa çok kolay karar verebilir. Ama sağlıklı karar vermesi için bilginin, değer yargılarının süzgecinden geçmesi ve olması gerekene dair değerler doğrultusunda iradenin devreye girmesi gerekir. Bugün dünyada en önemli sağlık sorunlarının başında iştah ve diğer tüketim isteklerinin kontrol edilememesi geliyor. Çok yemenin insanı şişmanlatacağını, bunun sağlık üzerinde olumsuz etkilerinin olacağını bilmek önemli ama az yemek için bu yeterli değildir. İştah, insanoğlunun hayatta kalmasını sağlayan en temel dürtü ama bu dürtü irade ile denetlenmediğinde yiyecek bolluğu en önemli sorun kaynağı haline gelebiliyor. Yiyecek bol olduğunda sınırlı yeme bilgisi ile irade bir araya gelmezse sağlıklı beslenme olmaz. Olumsuz sonuçların nedeni çoğu zaman yeterli bilginin değil iradenin olmaması. Sigara, alkol, uyuşturucu ve gayrimeşru cinsel tüketim sonucu ortaya çıkan sorunların sebebi, olumsuz sonuçları hakkında yeterli bilgi olmasına rağmen bir türlü o bilginin öngördüğü gibi davranılamamasıdır. Amaçlar doğrultusunda irade kullanımı, insanı diğer canlılardan ayıran çok önemli bir özellik. Bu nedenle dinler ve hukuk sistemleri iradesini kaybeden kişiyi davranışları nedeniyle sorumlu tutmuyor.
Öte yandan “İnsanda irade var mıdır?” sorusu sanıldığından da büyük bir tartışma alanı. Davranışları yönlendiren karar ve uygulama mekanizması olarak somutlaşan irade kullanımı üzerine yapılan deneylerde bana göre moral bozucu bulgular var. Bu deneylerden önce de, “İrade ne işe yarar?” konusu çok tartışılmıştır. İradenin nasıl oluştuğunu göstermeye çalışan Libet deneylerinde hâlâ karanlık bir nokta var. İlk olarak Benjamin Libet tarafından yapılan ve daha sonra daha hassas ölçüm aletleriyle tekrarlanarak aynı sonucun alındığı bu deneyler, kişinin bir eyleme karar vermesinin hemen öncesinde beyninde o kararı belirleyen elektriksel bir hareketliliğin olması nedeniyle insan iradesinin oluşumunda fizyolojik faktörlerin öncü olduğunu söylemektedir. Yani siz “Karar verdim.” dediğiniz andan önce beyin uyarılıyor. Sizin kararınız aslında sebep mi yoksa sonuç mu pek belli değil. Bu deneylerin sonuçları buradaki konumuz bakımından çok işlevsel değil o yüzden bu tartışmayı atlıyoruz. Zira bu sonsuzluğu zihnin kavrayamamasının onu dilden silmemizi gerektirmemesi gibi bir şey.
Bilmek ve Yapmak
Bilgi, yetenek ve tecrübelerimizi etkili biçimde kullanabilmek için iradenin devreye girmesi gerektiğini söyledik. Bilgi seçenek yelpazemizi önümüze serer, değer yargılarımız sıralama ve önceliklendirme kriterlerimizi oluşturur, muhakeme kabiliyetimiz de “iyi-kötü”, “uygun-elverişsiz” veya “doğru-yanlış” olanları belirlememizi sağlar. Ne yapılacağını belirlediğimizde işin çok önemli bir kısmı halledilmiş demektir. Geriye irademizi devreye sokarak belirlenen yönde harekete geçmemiz kalır. Bunu da irade gücümüz belirler. İrade gücümüz, bilmek ile yapmak arasındaki farklılığı ortaya çıkarır. Çoğunlukla yapmak bilmekten çok daha zordur.
Eğitim sistemlerimiz doğrudan bilgi açığını kapatmaya odaklanır. Bilgi edinirken muhakeme, tutum ve davranış kazanmayı da öğrenirsiniz. Ama bilgi kendiliğinden yapma haline gelmediği için imamın dediği ile yaptığı arasında fark oluşmaya başlar. Bu yüzden ahlaksız işler yapan bir ahlak profesörü ile karşılaşabilirsiniz. Ahlak profesörünün ahlaksızlık yapması, profesörle aramıza mesafe koymak yerine, ahlak ile aramıza mesafe koyarsa, bu çok büyük bir kayıp olur. Yapmak için bilginin yanı sıra iradeye de ihtiyaç duyulur. Çoğu zaman az bilgili ama güçlü iradeli olan, çok bilgili ama zayıf iradeli olandan daha hızlı hedefine ulaşır. Bilgi iradenin oluşmasına yardımcı olur ama ikisi aynı şey değildir. Dürüst olmanın iyi bir şey olduğunu bilmek dürüstlüğü kendiliğinden getirmez.
Mahallesiz de Olmaz Boğucu Mahalle Baskısı ile de
Her konuda alternatifleri hesaplayıp uygun olanı belirlemek ve ona göre iradeyi devreye sokmak yorucu bir iştir. Güçlü irade gerektirir. İnsanların iradelerini güçlendirme ile iradenin üzerindeki yükü hafifletmenin hangisinin bireyi istenen hedeflere daha hızlı ulaştıracağı sorusu önemlidir. Aslında bu sorunun cevabı kurumlar ne işe yarar sorusunun cevabı ile örtüşür. Çünkü toplumsal kurumların birçoğu, neyi, nasıl ve ne zaman yapmak gerekir konusunda insan iradesinin yükünü hafifletici işlev görür. Alışkanlıkları bu bağlamda sayabiliriz. Alışkanlık haline gelmiş davranış biçimleri istek ile uygun olan arasındaki gerginliği azalttığı için hızla benimsenir. İçinizden gelen davranma güdüsü “uygunluk” testinden geçtikten sonra alışkanlığınız olur ve bir daha o konuyu tekrar tekrar iradenin yükümlülüğünde görmezsiniz. Bağımlılık da iradenin yükünü azaltır ama bağımlılık daha çok sonuçları istenmeyen durumları niteler.
İçinizden geçen, istek duyduğunuz ile “uygun olan” arasında bir uyum yoksa, yani toplumsal meşruiyeti olmayan istekleriniz varsa ne yapmalısınız? Biraz içinizden geçeni kontrol edip biraz da meşruiyetin kenarlarında dolaşıp düşük maliyetli bir yol bulmaktır genelde yapılan.
Ne tümüyle toplumla karşı karşıya gelmek akıllıcadır, ne de irade gücünü sadece içten gelen istekleri bastırmak için kullanmak. Bireylerin bu gerilim durumunu azaltması, onların değer yargılarını benimsemelerini sağlamakla olur. Bu da erken yaşlarda yapılabilecek bir şeydir.
Bir çocuğa neyin iyi neyin kötü olduğunu öğretmek sadece ona açık bilgi aktarma meselesi değildir. Yaşam içine gömülü olarak iyi ve kötüyü ona nakletmek, içselleştirmesini sağlamak, bunun için uygun sosyal ağlar oluşturmak ona iradesini nasıl kullanacağı konusunda yol gösterir. Tutum ve davranış kazanma sadece açık bilgi değil, örtük bilgi ve beceri de içerir. Örtük bilgi, bildiğinizi söyleyebildiğinizden daha fazlasını bildiğiniz; örtük beceri de yapabildiğinizi ifade ettiğinizden daha fazlasını yapabileceğiniz durumları anlatır ve her ikisi de yaşamın içinde kendiliğinden gelişir. Daha mı somut söyleyeyim? Sırasıyla nasıl yüzdüğünüzü, bisiklet kullandığınızı ve daha da önemlisi nasıl ayakta sorunsuz dengede durduğunuzu hatta nasıl düşünmeyi becerdiğinizi anlatmayı deneyin. Bu vesileyle yaptığınız ama anlatamadığınız birçok şeyin olduğunu fark edeceksiniz. Muhtemelen fark edemedikleriniz fark ettiğiniz halde anlatamadıklarınızdan daha fazladır. İşte bu sahip olduğunuz halde fark edemediğiniz veya fark ettiğiniz halde anlatamadıklarınız sizin örtük bilgi ve beceri stokunuzu oluşturur. Hayat becerilerinin önemli kısmı bu örtük bilgi ve becerilerle aktarılır.
Bazıları küçük çocukların reşit yaşa gelinceye kadar değer yargısı ile tanıştırılmamasını, doğru ve yanlışı ayırt edecek hale gelince kendi tercihlerini kendisinin yapmasına imkân verilmesi gerektiğini söylerler. Bu durum “çocuğun serbest yetiştirilmesi” olarak adlandırılır. Bu öneri, aslında insana dair bir alternatif birey yetiştirme tarzını değil, içinde yaşadığı toplumun değerlerinden memnun olmama halini ifade eder. Bu tür değer yargılarına mesafeli çocuk yetiştirme yaklaşımı daha çok kendi çocuklarının dini eğitim görmesini istemeyenler tarafından ileri sürülür. Özgürlük sunma görüntüsüyle aslında herhangi bir dine mensup olmanın gerekmediğini düşünmenin dolaylı bir ifadesidir bu.
Çocuklara küçük yaşta dini inanç ve değer yargısı empoze etmeme önerisini, bir kişiye herhangi bir dil öğretmeden, bütün dilleri önüne sermeyi ve onlar arasından istediğini öğrenmesine imkân sağlamayı tavsiye etmeye benzetebiliriz. Her ne kadar dilin araçsal, dinin de değer empoze etme yönüyle farklılıkları olsa da araçsal olduğu düşünülen dil yoluyla yüklenen değerleri göz ardı etmemek gerekir. Zira aslında yüklemediğinizi söylediğiniz değer, sunduğunuz imkân, takındığınız tavır ve seçerek öğrettiğiniz bilgiler içine gömülü olduğu için siz farkında olmasanız da bir şekilde yüklenmektedir. O yüzden dil örneği burada oldukça açıklayıcıdır. Hiç bir dilin ses ve sembollerini bilmeyen birisi, önüne serilecek dillerin hangi imkânlara sahip olduğunu öğrenme şansına sahip olmayacağı için, basitte olsa bir dili olana göre dil tercihi yapmada çok daha dezavantajlı konumda olacaktır. Aynı şeyi değerler dünyası için de söylemek mümkündür. Farzı muhal, hiçbir değer yargısına sahip olmadan yetişkin hale gelen birisi, değer yargıları ile yaşamayı hiç başaramayacak duruma gelmiş olabilir. Çünkü değer bilgi gibi, istenen kişiye istendiği zaman aktarılabilen bir şey değildir. Kaldı ki bilgi de istendiğinde, istenilen yaşta istenilen kişiye tam olarak aktarılmaz.
Bu nedenle herhangi bir değer yargısı yüklenmeden sadece bilgi kazandırarak hatta kazandırılan bilgilerin de normatif değil pozitif bilgiler olmasını temin ederek, bireyin iradesinin daha iyi tezahür edeceğini ileri sürmek, ilk bakışta kişiyi geliştiren ve özgürlükçü gibi gözüken ama yakından bakıldığında yanıltıcı olduğu apaçık olan bir öneridir. Çünkü sadece olanı betimleyen “pozitif” bilgi ile yetinmek, aslında “olanı” meşrulaştırıcı normatif bir işlev görür. Bu yüzden hedef bir tutum ve davranışa dönüşmeyen, onlara zemin hazırlamayan bilgiler dahi birey için değer yükleme açısından tümüyle tarafsız bir bilişsel potansiyel oluşturmazlar. Hangi bilgilerin öğretileceğini seçmek, başlı başına değer yüklü bir karardır ve bu nedenle her öğretim veya öğrenme ortamı, bilgiyle birlikte açık veya örtük değerler barındırır. Kolay erişilebilir olan bilgiler diğerlerine göre avantaj elde ederler. Bu durum onlar lehine yanlılık yaratır.
Bilginin değer ve tutum aktarımı ile birlikte uyumlu edinilmesi halinde eğitim düzeyinin yükselmesi hem birey hem de toplum refahını olumlu etkiler. Ama pozitif değer yargılarından ayrışık eğitim, bireyi ve toplumu daha mutlu ve huzurlu yapamamaktadır, yapamaz. Çünkü yapabilme kabiliyetlerinin artması, iyi olanı da kötü olanı da yapmaya uygun ortam oluşturur. Yani bir arabanın motor devir hızının artması, direksiyon hâkimiyetinin de artmasını zorunlu kılmaz. Güçlü motorlu bir araba, yol kavrama ve direksiyon hâkimiyetini artıracak donanımlarla takviye edilmezse sürücünün hızdan kaynaklanan kaza yapma riskini de artırır.
Bu yüzden ebeveynlerin sorumluluğu sadece çocuklarının beslenme ve barınma konularında sahip oldukları insanlık birikimini onlara aktarmak değil, aynı zamanda eldeki bilginin kullanımı konusunda en uygun davranış biçimlerini de kazandırmaktır. Kemik büyümesi durduktan sonra insan biyolojisinin gelişimine dair edindiği bilgilerden süt içmenin çok yararlı olduğunu öğrenen bir yetişkinin süt içmeye başlaması, hiçbir zaman bebekken alması gereken kalsiyumun ve diğer minerallerin yerine geçmez. Bebekken bünyenin sağlıklı gelişmesi için verilmesi gereken protein ve mineralleri kendi kararlarını kendisinin vermeye başlayacağı zamana tehir etmenin vereceği fiziksel hasarların benzeri, tutum ve davranış kazandırma bağlamında da geçerlidir.
Burada dil örneğine dönecek olursak çocuğa iyi bir anadil öğretmek, hayata sadece o dil penceresinden bakmaya mahkûm etmek değil, tersine ilerde başka dilleri öğrenmesi için de yeterli altyapıyı kazandırarak iyi bir fırsat sunmaktır. Değer yargıları kazandırılmayan birey hiçbir dil öğretilmeyen birey gibidir. Zamanında öğrenmediğini sonra çok daha büyük bedel ödeyerek veya sıkıntı çekerek öğrenmeye benzer zorluklarla karşılaşır.
İnsanlığın yüz yıllar boyu biriktirdiği ve neyin iyi neyin kötü olduğuna dair ortak deneyimi, bireyin iradesiyle üstesinden geleceği basit bir karar gibi onun üzerine yıkmak, ona özgürlük tanıyarak hayatını daha iyi hale getirecek, esenlik kazandıracak çok sayıda potansiyel seçenek sunmak anlamına gelmeyebilir. Çünkü bireylerin takdir edilme, cesaretlendirilme ve ödüllendirilme (zaman zaman da ayıplanma, kınanma, cezalandırılma) gibi süreçlerle iyi ve doğru olanı içselleştirmeleri, onu alışkanlık haline getirmeleri onların hayatlarını büyük ölçüde kolaylaştırır.
Diğer alanlarda olduğu gibi baskıcı ve özgür süreçlerin sınırlarının belirlenmesinin zorluğu, burada da söz konusudur. Altın bir formül maalesef yoktur.
Kısaca toplumun birey davranışı üzerinde hiç etkisinin olmaması imkânsız olduğu gibi istenen bir şey de değildir. Öte yandan bireyin iradesinin tümüyle toplum tarafından esir alınacak biçimde belirlenmesi de bireyi eylemlerinin sorumlusu olmaktan uzaklaştırır. İrade özgürlüğü burada bireyin nefes almasını, kararlarının sorumluluğunu hissetmesini; alışkanlık, sosyal ağlar ve diğer toplumsal kurumlar da irade üzerindeki rutin yükün hafifletilmesini sağladığı ölçüde toplum özgürlükçü bir toplum olur. Yani hiç mahalle baskısı yoksa her tür kararın yükü irade üzerinde kalır, toplumsal düzenin sağlanması için her bireyi çelik iradeli yapmak gerekir. Bu pek yapılabilir görünmüyor. Öyle olsaydı obezite bu kadar artmazdı. Tersinden mahalle baskısı her şeyi kuşatırsa, irade tatile çıkar insanlar kararlarından sorumluluk duymamaya başlarlar. Her ikisi de kötü. Orta bir yol bulunmalı. Burada ahlak önemli bir rol üstleniyor.
Ahlak, en kapsamlı biçimde, insanları ahlaklı yapan özellikler olarak tanımlanabilir. Maddenin bitkinin ve hayvanın ahlakı olması beklenmez, o yüzden ahlak insana özgü ve insanla birlikte var olan bir şey. Tek başına yaşayan bir insanın da ahlaki ilkelere pek ihtiyacı olduğu söylenemez. O zaman, grup içinde yaşayan insana lazımdır ahlak. Diğer insanlarla bir arada yaşamayı kolaylaştıran, karşılıklılığı destekleyen, sadece kendisini değil başkalarının da saadetini gözeten tutum ve davranışların adıdır ahlak. İyi tutum ve davranışların özetidir ahlak. Böyle deyince bazıları ahlakı fazla araçsallaştırdığımı söyleyerek kızıyorlar. Haklılar ama bu yönü vurgulamak meramı daha iyi anlatmaya yarıyor. Yani kaygımız pratik biraz.
Bütün insanlara lazım olan ahlak, aynı zamanda insanlardan da korunma ister. Çünkü ahlak sadece insanlar tarafından ihlal edilebilir. Ahlaklı olmak için, önce neyin doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin olduğunu bilmeliyiz. Bilmediğimiz şeyi yapamayız. İyi olanı sadece ahlak korumaz. Gelenek, hukuk, din ve bilim de iyi olanı yapmamıza yardımcı olur. Sondan başlayalım. Bilim olup biteni neyle neyin, nasıl bir ilişki içinde olduğunu öğrenmemize yardım eder. Din iyi ve güzel olanın peşinden gitmede ilave gerekçe ve motivasyonlar sunar. Hukuk, güçlü yaptırımları ile iyi ve doğru olduğu kabul edileni bireyin istekliliğine bırakmadan yapmaya zorlar. Gelenek bu konuda geçmişin deneyimini önümüze koyar. Yani hepsi iradeye destek peşinde, içerden veya dışardan.
Ahlak, Işıklar Sönünce de Aynı Kalmayı Sağlar
Ahlak özgür bireyin tercihlerini anlamlı hale getirir. Üzerindeki sosyal baskı ve denetim kalkan kişinin davranışlarındaki değişim bir yönüyle ahlakın etkinliğini ortaya koyar. İrade oluşumunda grup içinde yaşama dinamikleri önemlidir. Ancak grup içinde değerli olma ve değer görme, kişinin iç tanıklığını (vicdanının sesini) geliştirip hiç dış tanığa (sosyal denetim) gerek duymadan kararlarını oluşturmasına engel olacak kadar baskın olmamalıdır. Hayatı anlamlı hale getiren değerler, iki ve daha fazla insanın etkileşime girdiği yerde varlık kazandığı için grup bağımsız değerler dünyası oluşturmak boş bir ütopyadır.
Diğer yandan grubun gözetimi kalkınca doğru-yanlış kriterlerinin değişip değişmemesi, ahlakın içselleştirilme düzeyini gösterir. Burada iç ve dış tanıklığın uyumu çok önemlidir.
Ahlak ve din iç tanıklığı, gelenek ve hukuk da dış tanıklığı önceler. Örneğin ahlak, gören, duyan şahit olan olmasa da yaptığının iyi veya kötü olmasını değiştirmeyeceğini söyler. Yani asıl olan iç tanıklıktır. İç tanıklığın iradeyi yönlendirmesinin mümkün olmadığı yerde dış tanıklıklar devreye girer. Burada da azametiyle hukuk sahneye çıkar. Ahlak desteği olmayan hukuk, delil ve dış tanık yoksa yapmak ve yapmamak arasında tercihin bireye ait olduğu bir davranış alanı oluşturur. Görünüşte uygunluk yaygınlaşır, “mış gibi yapmak” meşrulaşır. Sokakta oldukça kibar görünen bireyler evde vahşileşebilir. Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin bulanıklaşmaya başlar. Bu da uzun vadede hukukun da ölümüne davetiye çıkarır. Ahlakı korumasını kaybeden hukuk uzun ömürlü olamaz. Yani hukuku avukat ve hakimler değil, ahlak en iyi korur.
Ahlak yoksa hukuk bir noktaya kadar ihtiyacı karşılar. Ahlakın zayıflaması sonucu tüm insan ilişkilerini düzenleme işinin yükünü hukukun sırtına yüklemek, görünür ile gerçek olanın arasını açar; sonuçta insanı insan yapan erdemli değerlerden uzaklaşma başlar. Bireylerin grup içinde görünürde insan ama yalnız kalınca başka bir varlığa dönüşme ihtimalleri artar. Işıklar yanarken, polis işbaşındayken saygılı ve uyumlu ama elektrikler kesilince yağmacı olan bireyler bu durumu çok güzel resmeder. Bu yüzden ahlak yoksa diğerleri de yok olma riski taşır. Ahlakı korumak insanı korumakla eşdeğerdir.
Sadece İmamın Değil, Hepimizin Hikâyesi
Ahlaklı olmak için neyin uygun ve doğru olduğunu bilmek önemlidir ama baştan beri söylediğimiz gibi sadece bilmek yeterli olmaz. Eylemek bilmekten daha fazlasını gerektirir. Eyleme geçmek için var olana değeri de eklemek icap eder. Değer eklemek, özü itibarıyla derecelendirmede veya önceliklendirmede bulunmak demektir.
Değer varlıkla ilişkili ama ondan farklı bir şeydir. Var olan, var olmak yönüyle hemen değer kazanmaz. Ona değer verecek bir ilave ölçüte ihtiyaç vardır. İşte ahlak, bireye varlıklara değer atfetmeyi mümkün kılan kriterleri sunar. Bu kriterlerin kaynağı nedir, nereden gelirler gibi sorular cevabı zor sorulardır. Ama onlarsız ilişki mümkün olmadığı için de hepimizin açık veya örtük biçimde cevap verdiği veya verilmiş cevaplardan birini benimseyerek hayatını devam ettirdiği sorulardır bunlar. Tıpkı doğru-yanlış, varlık-yokluk soruları gibi.
İyi, doğru veya güzel olan üzerinde bilgi düzeyinde uzlaşmak, uzlaşılan hedeflere kişiyi taşıyacak tutum ve davranışları gerçekleştirmeyi sağlamaz. Burada iki büyük baraj bulunur, aşılması gereken. İlki, iyi-güzel olana son halini toplum verdiği için bireyin ilişki ağı içindeki konumu, kendisinden bekleneni yerine getirmede isteksizlik yaratabilir (kişisel çıkar-kamu yararı ya da ötekinin yararı çatışması). Bu durumda görünüşte kurallara uyan ama görülmediğini düşündüğü yerde uymayan ikili bir tutum ortaya çıkar. Buna muhakemeye dayalı ahlaki ihlal diyelim. Kişisel olarak yanlış olduğunu düşündüğü ama baskı göreceği düşüncesiyle açıktan uygun bulduğunu belirttiği kurallara fırsat buldukça uymayarak yapılan tercih çarpıtması da bu gruba girer.
İkincisi, davranış ve kararlar sadece muhakemenin değil duyguların da etkisindedir. Duyguları tetikleyen içsel dürtülerin kontrol altına alınıp ahlaki hedeflere yönlendirilmesi ilave gayret ve güç gerektirir. Davranışları iç dürtülerin kontrolünde kendi haline bırakmak ile tanımlanmış amaçlara uygun biçimde yönlendirmenin bireye olan duygusal maliyeti aynı değildir. Bu tür durumlarda irade tek başına kalıp her şeye yetişmeye kalktığında zorlanmaya başlar. Sonuçta toplu yaşamın gereklerine uyum için yapılacak duygusal fedakârlığın bedeli o an hissedilen olası kazançların toplamından fazlaysa kişi “nefsine yenik düşer”; yani uygun olduğunu düşündüğü ve uymak gerektiğini söylediği gibi davranamaz hale gelir. Buna da dürtülere dayalı ahlaki ihlal diyebiliriz.
Ahlaki değerlerin çok küçük yaşlarda edinilmeleri ve kişiliğin bir parçası haline dönüşmeleri bireyleri açık biçimde her iki ihlal türüne karşı daha dirençli hale getirir. Kınanma, sevilmeme, ayıplanma, dışlanma ve ceza görme kaygısı ya da tersinden onanma, sevilme, takdir, saygı ve kabul görme veya ödüllendirilme arzusu, değerlere olan bağlılığı artırır ve iradenin o yönde oluşmasını destekler.
Bilgi edinmede çok temel bir yöntem olan deneme-yanılma, değer alanında daha sık aksi sonuçlar verebilir. Örneğin çoğunlukla yalanın kısa vadeli olumlu sonuçları, uzun vadeli faturalarını görmeyi engeller. Bu yüzden tutum edinme ve değerleri benimseme, bilgi ediniminden daha zor süreçlerden geçer. Yani demir tavında dövülür, ağaç yaş iken eğilir ve beşikte giren teneşirde ancak çıkar. Tav almayan demiri inceltmek veya kuru ağacı kırmadan eğmek çok zordur. Zamanında duygu desteği ile kazandırılmayan değer ve tutumlar daha sonra sadece bilgisel destekle kazandırılamaz.
Ayrıca insanın inanç, tutum veya eylemleri arasındaki uyumsuzluğun fark edilmesinin yarattığı gerginlik veya huzursuzluk bilişsel uyumsuzluğa yol açar. Bilişsel uyumsuzluk kişiyi tedirgin edeceği için, düşündüğü gibi yaşayamayan kişiler yaşadığı gibi düşünmeyi denemeye ve bu çerçevede onların bilişsel uyumsuzluğuna sebep olan ahlak normlarına açıktan karşı çıkmaya başlarlar. O yüzden alenileşen ahlak ihlalleri bireysel bir durum olmaktan çıkıp toplumsal düzeni hedef aldıkları için daha şiddetli tepki toplarlar. Ahlak normlarının mı yoksa kişilerin mi değişmesi gerektiğine toplumsal süreçler karar verir.
Kendi ve diğerlerinin alacağı pay ve katlanacağı maliyette dengesizlik olduğunu düşünen (muhakemeye dayalı ahlaki ihlal) veya içgüdülerini ahlaki hedeflere yönlendirmede yeterince başarılı olamayan (dürtülere dayalı ahlaki ihlal) imamın daha sık biçimde dediği ile çelişen davranışlar göstermeye başladığını görürüz. Bu sadece imamın değil hepimizin hikâyesidir ve konu onun üzerinden daha çarpıcı ve etkili anlatıldığı için faturası imama çıkmıştır.
Sonuç olarak, en uygun olanı yapmak için bilgi ve yetenek gerekir ama bunlara sahip olmak yeterli değildir. Uygun davranış için değerlerin gösterdiği istikamette kullanılacak iradenin devreye girmesi gerekli olduğu için eksik irade imam sembolünde herkesin dediğinin dışında bir yolda ilerlemeye sebep oluyor.
Umarım baştaki vadimi yerine getirmişimdir!
Bir yanıt yazın