Ömer Demir
Doğaya İnsan Eli Ne Kadar Değsin?
Ülkemizde tabiat güzellikleri veya yeraltı zenginlikleri ile öne çıkan yörelerde gerçekleştirilmesi tasarlanan yeni projelerin gündeme gelmesiyle ortaya çıkan ve özellikle medya yoluyla dile getirilen bir kaygı var. Bu kaygının zaman zaman abartılı bir dille ifade edildiği de görülüyor. Çevrenin korunması kaygısıyla dile getirilen itirazlar aşağı yukarı şöyle: (i) Genelde doğal çevrede değişim veya dönüşüm öngören yeniliklerin (baraj, madencilik, hidroelektrik santralı, yol, viyadük, boru döşeme, liman, yüksek bina, tünel, rüzgar gülü, güneş panel tarlası, fabrika vb.) öngörülemeyen, hiç beklenmedik veya beklenenden çok daha fazla olumsuz sonuçları olacaktır. (ii) Gerçekleştirilmesi için gereken ekonomik, sosyal ve kültürel maliyet–geriye dönüşün imkânsızlığı da düşünüldüğünde–elde edilecek faydadan çok daha büyük olacaktır. Bu bağlamda başta hidroelektrik santrali (HES) yapımı, maden arama, nitelikli yol yapımı, deniz ve yeşilin daha çok kullanılmasına yönelik turizm ve diğer altyapı yatırımları olmak üzere doğal çevrede değişiklik öngören çalışmaların kısa sürede bu yörelerdeki doğal hayat ve ekolojik denge üzerinde önlenemez veya telafi edilemez tahribatlara yol açacağı; bu bölgelerin denetiminin kısa sürede daha fazla maddi kazanç sağlama dışında hiçbir kaygısı olmayan kesimlerin kontrolüne geçeceği; yöre halkının endişelerine, istek ve duyarlılıklarına kayıtsız kalınacağı hatta belki de o insanları yurtlarından edecek gelişmeler olacağı; nihayetinde o yerlere bugünkü çekiciliğini veren doğal güzelliklerin bir bir kaybolacağı dile getirilir.
Bu tespit veya öngörüler, kuşkusuz, birçok yerde örneği görüldüğü üzere tecrübeyle sabit geniş ve tarihî bir arka plana sahiptir. Ülkemizin herhangi bir yerinde doğal güzellikleri korumayı, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını değerlendirmeyi, özellikle de kırsal bölgeleri kalkındırmayı amaçlayan her yeni girişimde bu kaygılar mutlaka dikkate alınmalı ve onları giderecek tedbirler önerilmelidir. Burada büyük bir “ancak”a ihtiyacımız var. “Doğa kimin” ve “hangi doğayı koruyalım” sorularına eğilmeden bu konunun ortaya konması eksik olur kanısındayım. Şehirde yaşayan insanların neden yaşamları için hayati önem taşıyan organize sanayi bölgelerini değil de yeşil vadileri daha sempatik buldukları sorusuna ise burada hiç değinmeyeceğim.
Doğa Kimin?
Yerin altında maden yerin üstünde pamuk tarlası. Altı toplumun, üstü mülk sahibinin. Uzun göl, Ayder orada yaşayanların mülkü ama Türkiye’nin gözde yerleri. Anzer Yaylası Anzerlilerin ama Anzer balı tüm dünyanın. Sahilde yüksek bina, bina mülk sahibinin ama manzara herkesin. Dağ başında yayla yolu, yolun geçeceği yer mera ama yol gitmek isteyen herkesin. Fabrika yapılan yer mülk sahibinin, atıkların atıldığı nehir ve kirlenen hava herkesin. Efes, Göbeklitepe, Süleymaniye veya Pamukkale Türkiye’nin ama hepsi dünya kültür mirası listesinde korunması gereken insanlık değerleri. Bu değerlerin nasıl kullanılacağına kim karar verecek? Örneğin Fırtına Vadisi’nin geleceğine karar verme konusunda söz hakkı talep edebilecekleri listeleyelim: (i) Sadece orada yaşayanlar (yılda asgari kaç ay orada yaşamalı belirlemek lazım), (ii) bu vadide mülkü olanlar, (iii) vadiye komşu yerlerde yaşayanlar, (iv) burada yaşamasa bile ikamet ediyor görünenler, (v) her yıl belirli sürelerde düzenli olarak burayı ziyaret edenler, (vi) buranın güzelliklerini televizyonlardan ve yerli dizi setlerinden izleyenler, (vii) doğa koruma konusunda eğitim almış kişiler, (viii) Tarım ve Orman Bakanlığı çalışanları, (ix) doğaseverler ve doğa koruma derneklerine üye olanlar, (x) UNESCO, (xi) Barolar Birliği, (xii) Göğüs Hastalıkları Uzmanlar Derneği… Bu liste bitmez. Bu olası listeden anladığımız, doğanın dönüşümü ve kullanımı konusunda karar verme hakkı, sadece hukuki mülkiyet hakkına sahip olma kapsamında değerlendirilemez. Bu hakkın kullanımı, bahse konu doğa parçasının ne kadar kamusal mal özelliği taşıdığına bağlı olarak şu an orada yaşayanlar ve mülkiyet hakkı olanların yanında gelecekte orada yaşayabileceklere de genişletilebilir.
Hangi Doğayı Koruyalım?
Öte yandan doğal zenginlik ve güzelliklerin büyük kısmının faydası, ancak oraya insan eli değmeye başlamasıyla ortaya çıkar. Doğayı imar eden; onu kullanışlı, faydalı ve kelimenin en geniş anlamıyla değerli hâle getiren insan eli ve emeğidir. Doğaya fazla insan eli değmesin demek; hayvanları evcilleştirmemek, ormanların içine hiç girmemek, arıların balına, koyunların sütüne, hayvanların etine, bitkilerin tohumlarına hiç el sürmemek anlamına gelebilir. Hatta tarımsal rekolteyi azaltan “zararlı”larla zirai mücadele (ister kimyasal ister doğal yolla olsun) etmemek; sivrisineklerin ısırmasına, farelerin kemirmesine, kuşların yiyeceklerinizi gagalamasına, yılanın ısırmasına karşı herhangi bir tedbir de almamak anlamına gelebilir.
“O kadar da değil” dediğinizi duyuyor gibiyim. Haklısınız, orta yol bulup, “doğaya hiç dokunmamak değil, yüzyıllar içinde oluşan ve aslında zaman içinde sürekli de değişen, bugün için görece istikrar kazanmış hassas dengeleri korumaktır asıl önemli olan” diyelim ve bir dereceye kadar müdahaleye kapı açalım. Zaten sorun işte o “ne kadar müdahale” de. Bu “hassas denge” kavramı, aslında, insanlığın yorucu ve bedeller ödeyerek bir değer hâline getirdiği çevresel duyarlılıklar ile dönüşümün zorunlu gereklerini uygun bir noktada buluşturmayı ifade ediyor. Buna “koruma ve kullanma dengesi” deniyor.
Ancak burada önemli bir püf noktası var: Bugünkü doğa belki “dünkü” doğa ama kesinlikle “evvelki” günkü doğa değil. Bir kısmı insanla ortaya çıkan, bir kısmı da insan dışı faktörlerin etkisiyle karşımızdaki doğa sürekli evriliyor. Hani doğal denge bozuldu, iklim değişikliği nedeni ile felakete doğru gidiyoruz deniyor ya. Biraz ihtiyatlı olmakta fayda var. Birincisi insanoğlunun dünyanın kaderini değiştirecek kadar güç kullanma kapasitesi olup olmadığı konusunda iklimbilimcilerin bir kısmı kuşkulu. İkincisi, insanoğlunun elindeki en tehlikeli aracın mızrak olduğu dönemlerde de büyük iklim değişiklikleri olmuş; yiyecek bulmak için kavimler yollara düşmüş–atalarımız da bu değişikliklerin bir devamı olarak Anadolu yollarına düşmüşler. Yoksa Orta Asya steplerinde biriktirdikleri seyahat millerini harcamak için ya da “bakalım Vahşi Batıda ne var ne yok” diye meraktan çoluk çocuk düşmediler yollara.
Hülasa, bugün çevresindeki ağaç kompozisyonu ile birlikte korumaya çalıştığımız düzlük bir zamanlar deniz; altında dinlendiğiniz yüz yıllık ağacın yeri, bir zamanlar bozkır; atalarınızdan yadigâr ve sit alanı içinde kalan tarihî evin yerinde de bir zamanlar iğne atsan yere düşmeyecek sıklıkta orman olmuş olabilir. O zaman acaba değişimin hangi evresindeki doğa, bizim için korunmayı hak eden “hakiki” doğadır?
Eğer denge kavramından çok hoşlanmadıysak, “yaşam döngüsünün korunmasını” da bir ölçüt olarak alabiliriz. Bir yerde, o dönemde varlığını sürdüren ve varlığından genelde mutlu olunan yaşam döngüsünün bozulması sonucu bazı canlıların nesillerinin tükenme riski taşımayan insan müdahalelerinin meşru görülebileceği söylenebilir. Burada da birçok hassas eşik değer söz konusu. Verimi artırmak için toprağı işlemek; ekili arazileri çitle çevirmek; baraj, gölet ve sulama kanalları oluşturmak; kendiliğinden çıkan yangınları söndürmek de bir tür doğaya müdahale değil midir?
Doğrudan veya dolaylı yollarla insan hayatını tehdit eden bir yaban hayatı nereye kadar korunabilir? Ya da insandan böyle bir korumayı beklemek ne kadar gerçekçi bir beklentidir? Ve insan bunu kimin/neyin adına yapacak?
Bu bağlamda insanlara saldıran, koyun sürülerini telef eden kurt ve ayılara; tavukları toplayan tilki ve kartallara; ekilen arazileri talan eden çekirgelere; meyve ve sebze bahçelerini verimsizleştiren böceklere; ekili tarla ve bahçeleri işgal eden yabani otlara doğayı koruma adına nereye kadar hoşgörü gösterilebilir? “Diğer canlılar bizim nüfus kontrol ilkelerimize göre yaşasınlar” demek de bir müdahale değil midir? Buradaki sınır nereden çizilecektir?
Öte yandan bir yerde insan dışındaki canlıların bir kısmının yaşam döngüsünün ancak insan müdahalesiyle korunacak hâle gelmesi durumunda ne yapmalıyız? Bu çerçevede iklim değişiklikleri nedeniyle nesli tükenme aşamasına gelmiş canlıları korumaya almak; çoraklaşan alanları ağaçlandırmak; barajlarla suyu biriktirip yağmur yağmayan dönemlerde sulama yapmak doğaya tersinden müdahale değil midir?
Ayrıca, görünürde insanlık değerlerini koruma adına yapılan birçok doğayı koruma protestosunun asıl saiklerinin, işgal ettiği gecekonduları terk etmemek için güvenlik güçlerine direnen gecekondu sakinlerininkinden pek farklı olmadığını belirtmek gerekir. Bir kişi gecekondusunu kaybetmemek için elindeki tüm imkânları kullanarak savunma yapabilir ama ortak yaşamın gereklerini hiçe sayarak (imar projeleri, altyapı ihtiyaçları, inşaat standartları, kent estetiği, ortak kullanılan kamusal alanlar ve hizmet binaları vb.) bunu yapması takdir edilecek bir davranış olarak görülemez. Bu tür tepkileri anlayışla karşılamak ile meşru görmek ayrı şeyler.
Burada, Balıyla meşhur Anzer’in Salmanli Mahallesi’ne yol yapıldığında şahit olduğum ve bugünkü doğayı koruma protestolarının birçoğunda benzer saiklerin bulunduğunu düşündüğüm bir olayı anlatayım: 70’li yıllar ve mevsim ilkbahar. Köy merkezine gelen yol artık mahallelere uzatılıyor. Salmanli da en yukarıdaki ve en son yol gidecek mahalle. Toplam hane sayısı da o zamanlar 10’u geçmez. Bütün mahalleli toplanmış, büyük bir sevinçle dozerin mahallenin önündeki tepenin arkasından gözükmesini bekliyor. Gerekli hazırlıklar yapılmış, dozerin tepenin ardından mahalleye geliş anı kutlanacak. Öğlene doğru dozer gözüktü. “Karadeniz usulü” kutlamalar başladı. Rahmetli annem de babama doldurttuğu mavzerden iki kurşun sıktı havaya, çünkü arabanın son durağından eve sırtında yük taşımaktan kurtulduğu gün kurşun sıkacağına söz vermişmiş herkesin önünde. Kurbanlar kesildi, öğlen yemeği için kazanların altına ateşler yakıldı. Yemeklerin yenmesine kadar hiçbir sorun yoktu. Yemek sonrası, birkaç kişinin toplandığı yerde hararetli bir tartışma başladı. Tartışma uzayınca bu amca, “Kırmızı boyalar benim arazimdeki taşlara sürüldü diye yolun buradan geçmesi şart mı, illa kapınıza araba gelsin diye bu yolu tarif ettiniz, ben istemiyorum, başka yerden gitsin, buraya oturdum, bakayım beni kim kaldıracak” diyerek dozerin önüne oturdu. Çocukları çağrıldı, onlar “bizim yol güzergâhına hiçbir itirazımız yok” dediler ama babalarını ikna etmek bir türlü mümkün olmadı. Yola gidecek kadar yeri kendi arazilerinden vermeyi teklif edenler oldu. Bu öneriler “Benim derdim arazi değil, siz yolun güzergâhını belirlerken bana hiç sormadınız, beni adam yerine bile koymadınız, ben de bugünü bekledim, şimdi de geçin geçebiliyorsanız.” denilerek şiddetle reddedildi. Tartışmanın ana konusu, araziden yol geçmesine karşı çıkılması olmaktan çıktı, iş daha önceden bir şekilde oluşmuş kızgınlıkların ortaya döküldüğü, birikmiş kozların paylaşıldığı bir gurur kavgasına döndü. İş makineleri birkaç saat sustu, bir hâl çaresi aranmaya, farklı güzergâhlar konuşulmaya başlandı. Mahallenin ileri gelenleri, yanı başlarına kadar gelmiş bir yolun, diğer mahalleliler tarafından duyulursa ayıplanacak sebepler yüzünden yarım kalmasını veya bu yüzden hepsi birbiriyle akraba olan mahalleli arasına düşmanlık girmesini önlemek için büyük çaba sarf etti. Sonunda, daha çok kişinin evine daha yakın olan, karayolları uzmanlarının belirlediği güzergâh değiştirilerek hem daha maliyetli hem de zahmetli (çamuru bol, dozerin çamura saplanmaması için odun veya tahta ihtiyacını karşılamak amacıyla atların sırtında ormandan bin bir zahmetle getirilen kütüklerle de beslenen) yeni bir güzergâh belirlendi ve dozer çalışmaya başladı.
O gün, evlerinin kapısına kadar araba yolunun gelmesini kutlamak yerine, güzergâhı belirleme konusunda birbirini suçlayan büyüklerin durumuna bayağı üzüldüğümü, üzüntümün bir sebebinin de bir kısmını benim ata yükleyip ormandan getirdiğim kütüklerin boş yere kullanılması olduğunu bugün gibi hatırlarım.
O tartışmanın benzerlerinin bugün Karadeniz yaylalarında açılan yeşil yolların önüne çıkan teyze veya amcalar tarafından tekrarlandığını görünce, tebessüm etmeden geçemiyor insan. Yapılanlara karşı çıkarken açıklanan gerekçe hiçbir zaman “Genel yarar adına niçin başkaları değil de ben zarar görüyorum” değildir. Bu sizi topluluk içinde kendi çıkarını düşünen bencil konumuna iter. İtiraz için tercih edilen gerekçeler genelde daha farklıdır: İlkelere bağlılık; geçmişe, kültüre veya doğaya saygı, insanlığa karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirme her zaman daha geçerli gerekçelerdir. Bir de doğaya duyarlı vatandaş etiketi aldınız mı, değme keyfine.
Karbon Ayakizinden Su Ayakizine
Bir kişinin yaşam boyu harcadığı karbon miktarını tekrar doğaya kazandırarak öldüğünde sıfır karbon ayak izi ile mezara gitmesini tavsiye eden yaklaşımlar var. Kısaca bu kestiğin kadar ağaç dik demek. Suyu her yönüyle idareli kullan demek. Kanal sulaması yerine damlama sulama sistemleri kullanmak, çok su tüketen ürünler yerine az suyla insan ihtiyacının karşılayan ürünlere yönelmek, hatta akıp giden ırmaktan abdest alırken bile suyu avuçtan taşırmayacak biçimde kullanmak gibi çevre duyarlılığının çok farklı göstergeleri olabilir. Günümüzde artık her toplumun karbon ve su ayak izlerinin de takibi yapılmaktadır.
Doğayı koruma, insanın daha iyi bir doğal ortamda yaşamasına da hizmet eder. Ancak burada doğaseverliğin ayaklarının yerden koptuğu durumlara da dikkat çekmek yararlı olabilir. Bu bağlamda televizyon programlarından aklımda kalan iki olayla ne demek isteğimi daha kolay anlatabileceğimi düşünüyorum. İlki, Antalya’da geçiyor. Bir belgeselde Antalya’nın kumu, denizi, şelaleleri, temiz havası, tarihî yerleri ve yaylaları tanıtılıyor. Sunucu bu güzellikleri tek tek saydıktan sonra, son yıllarda hızlı yapılaşmanın buraları yaşanmaz hâle getirdiğinden; bu gidişin doğal, kültürel ve tarihî değerleri tehdit ettiğinden bahsediyor. Programın en sonunda mikrofonu orta yaşlı yerli birisine uzatıyor, biraz da sorumluluklarını hatırlatır bir ima ile “Buraların kıymetini biliyor, gereğini yapıyorsunuz değil mi?” diye soruyor. Antalya yerlisi “Bol bol dağa bakıyorum, temiz havayı soluyorum, fırsat buldukça da denize giriyorum. Buranın kıymetini bilmek için daha ne yapayım?” diye cevap veriyor. Bu cevabı ben, bireye, doğanın korunması konusunda gücünü aşan sorumluluklar yüklenmesine verilen bir tepki olarak değerlendirdim. Bazen “tuzu kuru” insanları, kendi zevk ve tercihlerini doğa sevgisi kılıfında daha kolay sundukları için, başkalarının ihtiyaçlarını gözetmeyen bir doğa sevgisi coşkusuna kapıldıkları anlaşılıyor.
Fırtına Vadisi’nde geçen ikinci olay bunu çok güzel özetliyor. Bu sefer bölgedeki bir tartışma üzerine kameraman haber yapmak üzere Karadeniz’in bu nadide yöresine geliyor. Tarafları dinliyor, görüşlerini objektif biçimde ekrana yansıtıyor. Sorun şu: Bir köyün sakinleri köye elektrik hattı döşenmesini istiyor. O köyden olup, sadece yazın kısa süreliğine oraya gelen diğer arazi sahipleri ise buna karşı çıkıyorlar. Elektriğin gelmesini isteyenler, evlerinde buzdolabı olmadığı için ürünlerin kısa sürede bozulduğunu, hayatlarını kolaylaştıracak elektrikli ev aletlerinin hiç birini kullanamadıklarını; televizyon olmayınca torunlarının yanlarına gelmek istemediğini, benzer sebeplerle diğer genç aile fertlerinin de burada uzun süre yaşamak istemediklerini, yaşlılar olarak tek başlarına ve zor şartlarda yaşamak durumunda kaldıklarını ifade ediyorlar. Karşı çıkanlar ise elektriğin gelmesiyle köyün her yönden değişeceğini, otantik gazyağı ile çalışan idare lambalarının yerlerini floresanlara terk edeceğini, televizyon gelince köydeki günlük hayatın ve komşuluk ilişkilerinin yok olacağını, elektrikli aletlerin sessiz ve sakinliği ile tanınan köye gürültü kirliliği getireceğini, buranın özgün niteliklerini yitireceğini ve sonuçta buraya yazın dinlenmek için gelme sebeplerinin tümüyle ortadan kalkacağını savunuyorlar. Haber programının sonunda mikrofon bir yaşlı kadına uzatılıyor, “Sen ne diyorsun bu işe nine?” diye soruyor sunucu. Yaşlı kadın şöyle cevap veriyor. “Habu aletirik gelmesun diyenler var ya. Onlarun karilari Rize’de ikinci kata asansörlen çikayi. Anladun mi kizum.” Bu ifade aslında Doğu Karadeniz’in engebeli coğrafyası düşünüldüğünde, günlük hayatın en sıradan işi gibi görülebilecek ikinci kata merdivenden yürüyerek çıkmamak için bile elektriğin imkânlarından yararlananlara; evin aydınlatılması ve yiyeceklerin bozulmadan buzdolabında saklanması gibi bir evin çok temel ve hayati ihtiyaçlarının görülmesini sağlayacak elektriği kendilerine çok gördükleri için bir isyan. Doğal ortamı koruma ile o ortamda hayatını sürdüren insanların ihtiyaçlarını karşılama arasındaki dengenin (koruma ve kullanma dengesi) sağlanmasında temel ahlaki ilkelerden kendisi için istediğini başkalarından esirgememek gerektiğinin önemi bundan daha iyi nasıl anlatılabilir ki!
Bir yanıt yazın