Ömer Demir
İnsanoğlu dünya üzerinde sürekli göç halinde. En eski insan kemikleri Afrika kıtasında bulunmuş. Bu demektir ki, bugün dünya üzerinde farklı kıtalarda yaşayan insanların ataları buralara Afrika’dan gelmişler. Mevcut “bilimsel” bilgiler bunu söylüyor. Bu bilimsel bilgilere ters birçok farklı yaklaşım da ileri sürülebilir. Bakarsınız ileride bilim de fikrini değiştirir. Bilim fikrini değiştirir mi demeyin. Yeni bir bulgu bulunur, birden tarihe bakışımız değişiverir. Nitekim Göbeklitepe’deki bulgulardan sonra değişmedi mi? Dini kurum ve yapıların, insanların tarımla birlikte elde ettikleri artık değerin kullanımının bir sonucu olarak ortaya çıktığını ileri süren görüşler, önceleri birer bilimsel hipotezken, birden efsane oldular. Popper’ın dediği gibi bilim “doğruların birikmesiyle” değil de “yanlışların ayıklanmasıyla” gelişiyorsa, zaten hiçbir bilimsel iddianın ebedi doğru olacağından emin olamayız. Bilimin doğrularını, şimdilik ve geçici doğrular olarak görmeliyiz. Buradaki konumuz bu değil; konumuz vatandaşlık rantının mantığı ve gelecekteki seyri konusundaki tahminlerimiz.
Niçin Sürekli Hareket Halindeyiz?
İnsanoğlunun dünya üzerindeki göç seyri ile konuya girdik. Göç, tam da bu vatandaşlık rantının ne olduğunu anlamak için uygun bir olgu. Dünya üzerinde her yıl en az bir buçuk milyar insan bulunduğu yerden başka yerlere seyahat ediyor. Bulunduğu yerlerden uzun süreli ve kalıcı amaçlarla başka yerlere yerleşenlerin bu eylemine göç diyoruz. Bugün dünya üzerinde çeyrek milyardan fazla insan da göçmen durumunda. Seyahat ve göç dışında da günlük yoğun bir insan hareketliliği söz konusu. Çok az insan sabah uyandığı “yerde” akşam ediyor. Buradaki “yer” kavramına dikkatinizi çekmek isterim. Bu hareketliliğin içinde gerçekleştirildiği “yer” aynı oda (örn. hücre hapsindeki bir mahkum), aynı yatak veya koltuk (örn. yatalak veya uyutulmuş bir hasta), aynı bahçe, aynı mahalle, aynı il, aynı ülke olabilir. Yani içinde harekete konu olabilecek birçok “yer”den bahsedilebilir. Bu bağlamda şimdilik en büyük yerimiz dünya. İleride uzaya seyahatler veya yerleşmeler başlayınca dünya ölçeği de en büyük olma statüsünü kaybedecek.
Sonuç: Çok azı hariç insanoğlu yeryüzünde sürekli hareket halinde. Bir “yer”den diğerine hareket etmenin sebeplerini ve onu engelleyen kısıtların neler olduğunu düşünelim. İnsan neden yerinde durmaz da sürekli hareket eder ve bu hareketi neler etkiler? Biyolojik sebepleri şimdilik geçelim. Biraz insanın hareketini tetikleyen sosyal, siyasal ve ekonomik sebeplere odaklanalım. Çünkü konumuz vatandaşlık rantının geleceği. Biyolojiden başlarsak oraya kadar gelmek çok uzun zaman alır. Nihayetinde sözü oraya bağlayacağız. İnsanlar, eğlenmek, amaçsız dolaşmak, etraflarında ne olup bittiğini öğrenip merak gidermek, çalışmak, spor yapmak, fikirlerini yaymak (tebliğ), daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak veya işledikleri suçlardan dolayı cezadan kurtulmak gibi amaçlarla bulundukları yerlerden başka yerlere “gönüllü” olarak giderler. Bir de zorunlu yer değiştirme var. Deprem, heyelan, sel, deniz yükselmesi, tusunami, fırtına gibi doğal afetler; siyasal anlaşmazlıklar, savaş, dışlanma ve sürgün gibi gerekçelerle de “zorunlu” yer değiştirme söz konusu. Kişinin bulunduğu yer, hayatını devam ettirmede, mevcut şartlarda, en uygun yerse, başka yerlere gitse de eski yerine geri döner. İnsanın yer değiştirmesinin gönüllü ve zorunlu olması, sonuçları bakımından son derece farklılaştırıcıdır.
Bugün dünya üzerinde yaşayanların birkaç kuşak öncesi atalarının nerelerde yaşadığını tahayyül edelim, bilebildiğimiz kadarıyla. Çevremizdeki yapıların içinde yaşayanların dedelerinin, ninelerinin hayatlarını nerede geçirdiklerini zihnimizde canlandırmaya çalışalım. Bu zihin egzersizini bütün tanıdıklarımızı ve tanıştıklarımızı da içine alacak kadar genişlettiğimizde, aslında hepimizin ilk anda sandığımızdan daha fazla bir yerden diğerine hareket halinde olduğumuzu görürüz.
Ülkemizde bazı illerde insanlar kendilerini tanıtırken “biz buranın yerlisiyiz” derler. Bu ifade bazılarının bir mekana diğerlerinden daha önce gelmiş olduğunu ifade eder. Bir mekanda kaç nesil boyu veya ne kadar zamandan beri yaşamak sizi oranın yerlisi yapar acaba? 10 yıl, 50 yıl, 100 yıl, 500 yıl? Sizi oranın yerlisi yapan sadece atalarınızın orada yaşamış olması mı yoksa buna ek olarak sizin de halen orada yaşıyor olmanız mı? Bir yıl önce, hatta geçen ay satın aldığınız bir daire sizin oralı olmanız için yeterli mi, değil mi? Bir mekanın hangi düzeyde imarı orayı sahiplenmek için yeterli görülebilir? Yerli olan ile olmayanın aynı anda bir yerde yaşaması halinde sahip oldukları haklar farklı mıdır, farklıysa bunu farklılaştıran nedir?
Vatandaş Mekanın Yegane Sahibi mi?
Konu çok derin ama başlıktan sözün sonunda vatandaşlığın insanlara sağladığı haklara geleceğini tahmin etmişsinizdir. Muhakemeyi yerliden vatandaşlığa doğru hızla ilerletelim. Vatandaş olan ile olmayanı birbirinden ayıran nedir? Boy, pos, dil, din, kültür, etnik köken, eğitim, servet, doğduğu yer, mevcut kurallara uymaya taahhüt? Hepsi mi? Yoksa bunların değişik oranlarda bir araya geldiği asgari bir kompozisyonu mu? Kısaca bir insana bir ülkenin vatandaşı olma hakkını veren nedir? Kolay gibi gözüken ama zor bir soru.
Bugün insanların olabilecek en uyumlu birlikte yaşadığı siyasal topluluğun ulus-devlet olduğu konusunda yaygın bir uzlaşma var. Avrupa Birliği gibi bazı ulus üstü oluşumlar da var fakat onlar da ulus-devletlerin uzlaşmasıyla oluşmuş durumda ve akıbetleri de pek belli değil. Her an ulus devlete geri dönebilirler; İngiltere’nin yapmakta olduğu gibi.
Ulus devletin tarihi 200 yıl geçmişe gider lakin yeryüzündeki ilk günden beri ulus-devlet içinde yaşıyor havasındayız. Benimsettiği değer yargıları öylesine yerleşmiş ve içten kabullenilmiş ki, sanki insanlık tarihi ulus-devletle başlamış gibi. Ulus-devlet, diğer alanların yanı sıra sahiplik ve değer odaklılık bağlamında “biz-onlar” ayırımını yapmaya elverişli güçlü bir vatandaşlık kriteri oluşturmuş. Dünya ölçeğindeki bir tanışmada kim olduğunuzu ifade edebilmeniz için adınızın, doğum tarihinizin veya sahip olduğunuz size özgü biyolojik ve sosyal özelliklerin bilinmesi yeterli değil, hatta gerekli bile değil, mutlaka bir ülkenin vatandaşı olarak kendinizi tanıtmalısınız. Bu bir nedenle mümkün olamazsa en azından eskisini, bu da mümkün değilse ebeveyninizin vatandaşlık durumunu belirtmeniz gerek. Bu vatandaşlık bağı, büyük veya küçük sizin dışınızdaki tüm diğer insanlarla hukuki veya sosyal irtibat kurmanız için gerekli görülen ilk kimliktir. “Nereli olursan ol fark etmez” diye başlayan tanışmalarda bile ilk olarak “nereli” olduğunuz kayda geçer.
Halbuki modern veya modern sonrası geliştirilen insana dair genel ve baskın söylemler, vatandaşlık bağı ile irtibatı hiç vurgulamadan sadece “insan” olma üzerinden meşruiyet elde etmeye çalışır. Her ne kadar bu söylemlerin Batılı (Western), Eğitimli (Educated), Sanayileşmiş (Industrialised), Zengin (RICH) ve Gelişmiş (Developed) ülkelerin sınırlı sayıda dünya insanını temsil kabiliyeti olmayan TUHAF (WEIRD) bir küçük topluluğun gözlemine dayalı olarak geliştirildiğini söyleyen bazı cılız sesler (Joseph Henrich) olsa da.
İyi insan, kötü insan, sağlıklı ve hasta insan üzerinden “varlığımızı” kavramsallaştırırız ama dünya üzerinde yaşayan insanların büyük ekseriyeti ile olan ilişkilerimizin çerçevesini neredeyse tümüyle vatandaşlık durumumuz belirler. ‘Sadece Tanrının bir kulu olduğu için saygın bir kimlik kazanma’, bu nedenle ‘yaratılanı yaratandan ötürü sevme’ yaklaşımı, ilişkilerinden bağımsız olarak insana sırf insan olduğu için değer verme anlamında “evrensel insan” kimliğinin oluşumuna büyük katkı sağlar. Ancak bugün aynı dine içtenlikle ve sıkı sıkıya bağlı insanlar bile farklı ulusal kimlikler altında birbirleriyle kıyasıya savaşmaktan geri durmamaktadır. Kimin dost kimin düşman olacağına, bireyler değil, büyük oranda ulus-devletlerin yöneticileri karar vermektedir.
Sosyal Bilimlerin Metodolojisi Bile Milliyetçi
Ulus-devletin çerçeve oluşturma gücü, ona mesafeli olduğu düşünülen bilimsel bilgi üretim süreçlerini de etkiler. Sosyal bilim alanında çoğu kavramın anlamının ancak bir ulus-devlet bağlamında içeriklendirilebildiğini, yani bir metodolojik milliyetçiliğin egemen olduğunu görüyoruz. Metodolojik milliyetçilik, başta göç, milli gelirin oluşumu, gelir dağılımı, suç, bireylerin ortak yaşama ilişkin hak ve sorumlulukları olmak üzere sosyal süreçleri incelerken ulus-devlet sistemi ve onun kurumsal yapılarını doğal varoluş çerçevesi olarak kabul eden yaklaşım tarzına denmektedir. Örneğin kurallardan sapma anlamında suç günümüzde yasa ile oluşur, yasaları da ulusal parlamentolar çıkarır. Para ekonominin en önemli değer ölçme ve taşıma sembolüdür ve paraları ulus devletlerin kurallarına göre ilgili kurumlar meydana getirir. Turizm verileri hareket halinde olan insanları bir ulus-devlet bağlantısı içinde anlamlı hale getirir (iç turizm ve dış turizm gibi). Savaş ve barışa dair her türlü açıklama ancak ulus-devlet odaklı olarak yapılırsa anlam kazanır. Her ne kadar ulus aşırı faaliyet gösteren dev şirketler olsa da, dünya üretimi, ulusal üretimlerin toplamı yoluyla hesaplanır. Kısaca ulus-devletin olmadığı yerde insana dair birçok bilimsel genellemenin anlaşılma ve uygulama zemini ortadan kalkar. Evlenme, boşanma, doğurganlık, yoksulluk, intihar, mutluluk, kaza, suç, doğuştan beklenen ömür, okullaşma gibi insan topluluklarına dair her düzeyde olgusal bilgiler, bir ulus devlet zemininde anlamlıdır. Bazen o da yetmiyor bölge, il, ilçe, köy ve mahalle gibi ulus devletin alt kırılımlarına iniliyor.
Örneğin belirli düzeyde serveti olan insanların ulus-devlet bağlamı dışında sadece zenginlikleri esas alınarak incelendiği bir araştırma tasarımı ile pek karşılaşmazsınız. Bunun nasıl bir şey olabileceğini Hans Rosling “dolar sokağı” projesi ile göstermeye çalışmıştır. Bu projede aynı gelir düzeyinde ama farklı ülkelerde yaşayan insanların, temizlik, kişisel bakım, kullanılan araçların fotoğraflarını bir araya getirerek sadece zenginlik düzeyinin açıklayıcı bir değişken olup olmadığını göstermeyi amaçlamaktadır (bu projenin verileri için https://www.gapminder.org/dollar-street adresine bakılabilir). Kısaca ulus devletin sınırlarını çizdiği ilişki dünyası günümüzün hala en baskın dünyaya bakış çerçevesi olmaya devam etmektedir. Ulus-devlet üstü olarak yaşayan kimliklerden biri olan dini kimliğin de zaman zaman ulus devlet değerleri ile donatıldığını görmek mümkün.
Dünya çapında oluşturdukları ağın açık gündemi Türk okulları, örtük gündemi ulus-devletler içinde yeri geldiğince uluslararası güç odaklarının çıkarına hareket edecek paralel yapılar oluşturmak olan FETÖ buna güzel bir örnektir. Hareketin asıl amacının İslam dinini yaymak olduğu söylenen ama bunu dini kimlik üzerinden değil ulus-devlet unsurları üzerinden meşrulaştırmaya çalışan bir Fethullahçıya ‘İstiklal Marşını, Barış Manço veya Sezen Aksu müziklerini, Karadeniz veya iç Anadolu oyun havalarını Afrikalı çocuklara ezberlettiğiniz veya muhtelif ülkelerdeki öğrencilere fizik, kimya ve matematiği daha iyi öğrettiğiniz için fazlaca sevap mı kazandığınızı düşünüyorsunuz’ sorusunu sorduğumda afallamıştı. Türk okulları, ancak iyi bir ulus-devlet projesi olabilirdi, ama bir dini proje asla değil. Ona ezberlettirilen ulus devlet kimliği üzerinden yaptıklarının aslında dolaylı bir dindarlık inşası olduğuydu. 15 Temmuz darbe girişimi, bunun dini veya ulusal bir proje değil, mutfak işçiliği çok iyi yapılmış uluslararası bir proje olduğunu net biçimde ortaya koymuştu.
Vatandaşlık Rantı
Bugün bir ulus devlet vatandaşı olmak için o ülkede doğmak gerekmiyor. Bazı koşullarla sonradan da vatandaş olunabiliyor. Ülkeler vatandaşlığa kabulde, bireyin üretkenlik ve uyum kabiliyeti yanında servet durumunu da dikkate alıyorlar. Vatandaşlığa kabulde gidilen ülkeye yük olunmayacağı konusunda ikna edici kanıtlar sunulması bekleniyor. İyi bir meslek ve makul düzeyde gelir sahibi olmak en önemli aranan vasıflar. Yeni işgücüne ihtiyaç olan yerlerde sonradan vatandaş kazanmak ülke içi doğurganlık yoluyla nüfus artırmaya göre daha kolaysa ona yöneliniyor.
Vatandaşlık rantına dönecek olursak, konuyu daha iyi ifade edebilmek için vatandaşlık kimlik kartının ne işe yaradığını tekrar düşünelim. Onu geçici değil, daimi olarak kaybeden birisi aslında neleri kaybetmiş olur? İdeal bir insanı tanımlarken kullandığımız güzel ahlaklı, iyiliksever, merhametli, cömert, çalışkan, becerikli, üretken, yardımsever, doğru sözlü, sabırlı veya dindarlık özelliklerini mi? Hayır. Öyleyse insan olmak için vatandaşlık kimliği çok da önemli değil mi?
Aslında bir insanı tanımladığını söylediğimiz bütün iyi özellikler onu bir ülke vatandaşlığı ile irtibatlandırdığımızda anlam buluyor. Bu yüzden vatandaşlığın kaybedilmesi, soyut düzeyde olmasa da fiilen insan ilişkilerini tanımlayan en temel kimliğin kaybedilmesi anlamına geliyor. Bugün bir şekilde vatandaşlık kimliğini kaybeden birisi, yeni bir ulus-devlet kimliği almadan insanca yaşayamaz. Aksi takdirde varlığı tehlikeye düşer, hatta sosyal olarak var olamaz. Yani nerede doğduğunuz, anne babanız belli ama bunu tescilleyen bir otorite yoksa sizin varlığınızı ispatlamanız pek mümkün değil. Yakın çevreniz kim olduğunuzu biliyor ama bunu “belgeleme” yetkileri yok. Biri sizi soysa veya kötü muamele yapsa, hakkınızı arayacağınız hiç bir merci yok. Günümüzün devletsiz topluluklarının durumu bu. Ulus devlet öncesinde de böyle miydi? Hayır. O zaman kurallar tamamen farklıydı. Mekanın ölçeği küçük, ilişkiler yüz yüze, hareketlilik daha az, devlet dolayımıyla kurulan ilişikler çok daha sınırlıydı. Göç etmek gerektiğinde de bu daha büyük gruplar (kavimler) halinde yapılıyordu. Kişiyi tanımlayan grup ölçeği çok daha küçük, günlük ilişkililerde başka gruplarla etkileşim ihtiyacı çok daha azdı.
Her vatandaşlık belgesi, ona sahip olanlara sahip olmayanlara göre bazı ayrıcalıklar sunuyor. Onun için isteniyor ve yine aynı sebeple başkalarından kıskanılıyor. Çalışma, okuma, tedavi görme, sosyal yardımlardan yararlanma, mülk edinme ve seçimlerde oy kullanma hakkı bunlardan başlıcaları. Okuma ve dolaşma hakkı bazı kurallara tabi olsa da bu kurallar diğerleri kadar katı değil. Sonuçta, bir vatandaşlık belgesi ne kadar çok ayrıcalık sağlarsa o kadar değerli. Bir ülkenin sahip olduğu kaynakları kullanma ve imkanlardan yararlanma konusunda kimseye ayrıcalık sağlamayan bir vatandaşlık belgesi hiçbir şekilde cazip olmaz. Çünkü cazibesi, sahip olan kişiye sağladığı ayrıcalıklarda. Burası oldukça önemli. Her vatandaşlık bireye, vatandaş olmayanların yararlanamayacağı bazı imkanlar vaad eder. Vatandaş olmak, bir ülke merkezli olarak ayrıcalıklı bir birey olmak demek. Ne kadar çok ayrıcalık sunulursa o kadar fazla cazibesi olur vatandaşlığın. ABD, Almanya veya İsveç konsoloslukları önünde uzun kuyrukların olmasına karşın örneğin Uganda veya Irak konsolosluğu önünde olmaması tam da bu yüzden. Bu ayrıcalıkların daha çok insana verilmesi, ayrıcalık özelliklerini azaltır. Adı üstünde ayrıcalık, az sayıda kişiye verilince ayrıcalık oluyor.
Dünya vatandaşlık kartı ihdas etsek ve edinilmesi sadece yeryüzünün herhangi bir yerinde dünyaya gelme şartına bağlı olsa, mutlaka kişiyi tanımlamak için bir işe yarar ama insanların onu elde etmek için sabahın erken saatlerinde kuyruğa gireceklerini beklemek pek gerçekçi olmaz. Ayrıcalıkları azalttığı ölçüde bir ülke vatandaşı, sonradan vatandaşlığın kolay edinilmesinden zarar görebilir ve bu yüzden ona karşı direnebilir.
Suriyelilere Türk vatandaşlığı verilmesi bağlamındaki tartışmaları göz önüne getirin. ‘Nasıl oluyor da dün gelip bugün bizimle eşit haklara sahip oluyorlar’ gerekçesi, birçok kişinin hiç sorgulamadan dile getirdiği bir itiraz. Ne kadar zaman önce gelinseydi hak edilirdi sorusu muallakta. ‘Dedesi Çanakkale’de bizimle birlikte savaşmış olma’ şartını koysan, şu anki vatandaşların çoğunun dedesi o şartı taşımıyor. Belki Suriyeliler arasından o şartı taşıyan çıkabilir. Malum Çanakkale savaşında Osmanlı’nın her beldesinden insan vardı.
Bu topraklarda doğmak dersen, göçmen çocuklarının çoğu bu topraklarda doğuyor, fırsat verseniz daha fazlası doğacak. Bir kısım ülkeler sadece bu şartı koyuyor. Bir toprak parçası üzerinde doğmuş olmanın bu kadar ayrıcalıktan yararlanmak için nasıl bu kadar üst değer haline gelebildiği de burada tartışmayacağımız ama önemli bir soru.
Kıyıya Vuran Bebekler: Önce İnsan mı Vatandaş mı?
Ulus-devlet ve onun bahşettiği vatandaşlık kimliğinin, günümüz insanının tüm hayata bakışını kökünden değiştirdiğini söyledik. Geliştirdiğimizi söylediğimiz modern insani değerler ile ulus devlet değerleri bizi aynı hedefe mi götürüyor? Kıyıya vuran bebeklere karşı verilen tepki (veya tepkisizlik) bunun pek de öyle olmadığını gösteriyor. Çünkü yukarıda bahsedilen bir bireyi iyi insan yapan özellikler (dürüstlük, çalışkanlık, üretkenlik, güzel ahlaklılık vb.) daha çok insana yayıldıkça kıymetleniyor ve olabildiğince fazla sayıda insana yayılması amaçlanıyor iken ulus-devlet ayrıcalıkları, dar alanda korudukları ölçüde değer kazanıyor ve olabildiğince kısıtlı kişiye verilmesi halinde daha çok sahipleniliyorlar. O yüzden vatandaş olmayan insan, adeta başka bir insan her ulus devlet vatandaşı için. Bu sebeple olsa gerek yaşanamaz hale gelen coğrafyalardan göç edenler birer vatandaş olmadıkları sürece yeterince insan muamelesi göremiyorlar. Söylemde önce insan sonra vatandaş, ama pratikte önce vatandaş sonra insan. Bunun sorumlusu da ulus devlet merkezli dünya tasavvuru. Var mı başka uygun bir alternatif diye sorulduğunda maalesef boynumuz bükük. Bir gün gelir Allah’ın tüm kulları “kardeş olursa” o zaman da ihtilaf ve çatışma olur ama belki ve umulur ki daha az olur. Böyle bir üst değerin çerçevesi olmadan üzerinde yaşanan mekanları birbirine bağlamak ölçekleri büyütüp küçültmek ihtilafların niteliğini pek değiştirmiyor anlaşılan.
Öte yandan ulus-devlet, insana dair değerlendirmelere ilginç bir ahlaki boyut kazandırmış durumda. Kendi çıkarını toplumun çıkarına tercih edeni kınayan genel erdemlilik ilkesi, dünya insanının çıkarını ulusal çıkarına tercih etmeye gelince tersine dönüyor, vatan hainliği gibi büyük bir suça dönüşüyor. Çıkar çatışmasında ulusu dışındaki diğer insanları gözetecek tarzda düşünmenin nasıl bu kadar büyük bir suça dönüştüğü üzerinde iyi düşünmek lazım.
Vatandaşlık Rantının Geleceği: Kimler Daha Çok Milliyetçi Olur?
Bir kişiye, ait olduğu vatandaşlık bağı ne kadar büyük ayrıcalık getirirse, uyruk o kişi için o kadar değerli hale gelir. Genelde ulusal sınırların ve sınırlılıkların olmasından görece en fazla kazanç sağlayanların en fazla milliyetçi görüşleri benimsemeye meyilli olmaları bu yüzdendir. Bu durum, ulus-devlet kadar vatandaşlık rantının geleceği konusunda da belirleyicidir. Her ne kadar kesin bir kural olmasa da, kendisini ulus-devlet değerlerine adadığında bundan büyük haz alan ve yarar umanların, sadece bireysel nitelikleri ile (eğitim, beceri ve deneyim düzeyi, sosyal ve kültürel ilişki ağı gibi) baş başa kaldıklarında en çok yalnızlaşma riski taşıyanlar olmaları beklenir. Bir toplumda baskın kimlik milliyetse, milliyetçilik adeta alternatifsiz bir ortak kimliğe dönüşür. Her ulus-devlet böyle baskın bir kimlik oluşturma peşindedir. Buradaki milliyet, doğrudan ırk veya etnik köken ile ilişkilendirilmeyebilir, ideallerde ve yaşam standartlarında uzlaşma bir milliyet kimliğinin etrafında toplanmak için yeterli olabilir. Bazen milliyet başta kahramanlık olmak üzere erdemli olmanın bilenen en temel özelliklerini bir arada toplayan karmaşık; bazen de etnik köken, dini inanç ve sosyal özellikler bakımından çok parçalılığı ve çıkar çatışmalarını örten sade bir kimlik olarak ortaya çıkabilir.
Bu, bir ulusun mensubu olmanın bizzat kendisinin insanlara değerli görünmeyeceği anlamına gelmez. Kimliğin her türlüsü bireye bir çeşit aidiyet sağlar ve ne kadar çok aidiyet olursa insanın dünya ile olan bağları o kadar geniş zemine yayılır. Bazı durumlarda ulus-devlet kimliği kişiler için ayak bağı haline de gelebilir. Ayrıca ulus-devlet yoluyla temayüz eden kimlik, o uyrukta olan herkesin ortalama özelliklerini yansıtmayabilir. Örneğin kendi ülke yönetiminden hiç hoşnut olmayan birisi de olsa bir İran veya Afganistan vatandaşı, havaalanlarından başlamak üzere diğer ülke, örneğin İsviçre, vatandaşına denk muamele görmeyebilir.
Öte yandan kendisini ulus kimliği dışında hayata bağlayan kimliklerin çokluğu ve etkinliği, kişinin fiilen istifade ettiği vatandaşlık rantının görece az olmasına uygun zemin hazırlar. Ulusal değerler uğruna hayatını verenlerin toplumun alt kesimlerinden olması, sadece bu tabanın sayısal genişliğinden kaynaklanmaz. Bu geniş tabanda ulus-devlet kurumlarının geleceği için adanmışlık düzeyinde bağlılığın yüksek bir değer olarak görülme oranı, elitlere kıyasla daha yüksektir. Burada şöyle bir ikili yapı söz konusudur. Kitleler elitlere göre siyasal elitler de kültürel elitlere göre milliyet kimliğinin çağrışımlarına daha fazla duyarlıdırlar. Bunun temel nedeni, genelde elitler arasında kendisini mensup olduğu uyruk ile ilişkilendirdiğinde kişisel varlığının güçlendiğini hissetme oranının, kitlelerinkine göre daha düşük olmasıdır. Ulus kimliğinin kazandırdığı ayrıcalıkların büyük kısmını, (iyi eğitimli ve her ülkede icra edebileceği tanımlı bir meslek sahibi olmak, sanat ve kültür alanında uluslararası üne sahip olmak gibi) kişisel becerisi ile elde edebilen kişilerin genel olarak ulus-devlet değerlerine diğerlerinden daha az değer vermesi bundandır. Sınavlarda ilk yüzdelik dilimlere girenler ile geri kalanlar veya üniversite eğitimi alanlarla alamayanlar ulus devlet değerlerine bağlılıkta farklılaşırlar. Buradaki ironik durum, aldıkları eğitim ve edindikleri mesleği büyük ölçüde ulus-devlet kurumları sayesinde edinmelerine rağmen, kendilerini toplumun geri kalanından ayrıcalıklı hale getiren bu siyasal kimliğe karşı bir vefasızlık olarak da görülebilecek tutum takınılmasıdır. Sayesinde tırmandığı yerde bir daha ihtiyacı olmadığı için merdiveni tekmeleyenlerinkine benzer bir durumdur bu. Kişisel yeteneklerin insana kazandırdığı özgüvenin ne kadarının ulus-devlet kurumlarının katkısıyla oluştuğunu ayrıştırma zorluğu, bu ironinin tam olarak ortaya konmasına engeldir. Burada elit çeşitlerine göre tutumlar farklılaşır. Örneğin siyasal elitler, ancak kitle desteği ile ayakta kalabildikleri için, onlara en uygun gelen yol kitlelerle bir şekilde barışık kalmak, ulus devlet ölçeğinde çoğunluğun değer verdiğine değer vermek veya veriyor görünmektir. Aynı şey yazar, düşünür veya sanatçılar için söylenemez. Onların beğeni hedeflediği kesim ne kadar ulus devlet ölçeği dışına taşarsa milliyetçilik o nispetle geri planda kalır. Bu yüzden tüm dünya ülkelerinde kolayca yaşama veya iş bulma şansı ve imkanı olanların milliyetçiliği, biraz göstermelik milliyetçik statüsündedir. Bu, onların kendi ve diğerlerini daha gerçekçi olarak değerlendirebilmelerinden değil, diğer uluslarla da kolay çıkar ilişkisi kurabilmelerindendir. Sadece bir ulus-devlet sınırları içinde yaşama imkanı olanlar için dünyanın muhtelif yerlerinin onların ulus devletinin yerini tutmaması, ulus-devlet değerlerini aşırı yüceltmeleri gayet anlaşılabilir bir durumdur. Tersine dünya çapında muhataplığı olan, olma ihtimali bulunanlar için de aksi geçerlidir. Bu yüzden, iyi eğitim almış, doğuştan yetenekli veya sonradan yeteneklerini geliştirerek birçok ulus devlet içinde yaşamayı becerebilecek donanıma ve sosyal sermayeye sahip bireylerin, ulus devlet ideallerine bağlılık konusunda geride kalmaları da anlaşılabilir bir durumdur. Onların bu konuda çok fazla ulusal değer tazyikine maruz kalmalarının, bağlılıklarını artırmak yerine tercih çarpıtmasına yönelmelerine yol açması daha muhtemeldir. Başka ülkelerin pasaportlarını, kimseye göstermeden iç ceplerinde taşımayı yeğlerler. Tercih çarpıtması gerçek tercihleri ile açıklanan tercihlerin farklılaşmasıdır. Bir nevi takiyye diyebiliriz.
Sonuçta, yüksek öğretimin tüm dünya genelinde yaygınlaşması ve diplomaların eşdeğerliğinin artması, çalışma hayatında ulusal ve uluslararası hareketliliğin çoğalması, bireylerin ulus-devlet dışı dünya ile etkileşimlerinin gittikçe daha kolaylaşması, ulus-üstü değerlerin yaygınlaşması, ulus-devlet değerlerinin ulus-üstü değerlere evrilmesi, ulusal bağımsızlık söyleminin yerini yavaş yavaş ulusların karşılıklı birbirine bağımlılığını öne çıkaran bir işbirliği vurgusuna bırakması, her ne kadar ulus-devlet yok olmayacaksa da, gelecekte vatandaşlık rantının düşeceği beklentisini makul göstermektedir.
Ulus-devlet beklentileriyle yüzde yüz uyuşmasa da, dürüstlüğün takiyyeye tercih edilmesine uygun zemin oluşturmak politika yapıcılarına tavsiye edilebilecek daha akılcı ve sürdürülebilir bir yol gibi görünüyor. Başka türlü değişimin yönü ve zeminin nasıl kaydığı bile kolay kolay fark edilemeyebilir. Ulus-devlet bekçilerinin bu konuda çok daha uyanık olmaları, ulus-devleti güçlendirdikleri zehabına kapılarak belirsizlik ortamı oluşturarak kendi ayaklarına kurşun sıkmamaları beklenir. Ama kimse kendi ayağına kurşun sıkmaz da denemez, çok örnekleri var çünkü.
Bir yanıt yazın